20 Ara 2012

Bencil ve Sosyal İnsan


            Eskiden, yaz geceleri eve dönerken arabayla çok kurbağa ezerdik. Araba farını gören kurbağa sersemleyip, ezilmeye çalışır gibi davranırdı. Ezmemeye çalışmak da, kurbağa daha rahat kaçabilsin diye yavaşlamak veya düz gitmek de işe yaramazdı. Kurbağalar genelde ezilirdi. Bu, dar bir yolda iki kişinin bir türlü birbirine yol verememesine benzerdi. İkisi de sağa gider, ikisi de sola gider, ikisi de durur. Ne yazık ki kurbağaya “hadi geç” diyemiyorsunuz.

            Benim siyah-beyaz film izleyememem de kurbağaların sersemlemelerine benzer. Fakat tam tersi, görünce doğrudan kaçmak istiyorum, kaçıyorum. Bu nedenle çoğu siyah-beyaz filmin dvd’siyle sadece bakışıyoruz. Yıllarca, aylarca… O dvd’lerin kapaklarını diğerlerinden daha iyi tanıyorum. Persona’yla iki yılı aşkın bir süre bakıştık. Kapağı hep ilginç geldi. Birçok yerde adını gördüm. Özellikle sinema kitaplarında. Yönetmen Ingmar Bergman’ın adını hele… Sinemayla ilgili ne kadar kitap varsa bahsi geçiyordu. Senaryo, film okumak, yönetmenlik, ışık… İzlemediğim filmlerinin izlemediğim sahnelerini ezbere biliyorum.

            Persona, varoluşumu fark ettiğimden beri sorgulamaya çalıştığım ve zaman zaman içlerinde boğulup-kaybolduğum soruların ortasına saplıyor kılıcını. Edebi tat, sanatsal tat, estetik gibi şeyler bir yana; elini kumların dibine sokarak taşa dek değebilen eserlerden biri oldu hayatımda. Aslında kendi içimde bu eserleri koruduğum özel bir oda veya raf var sanki.

            Persona’yı bir film olarak ya da sinema sanatı içinde değerlendiremem. Hem bu filmi  analiz edecek kadar bir sinema bilgim yok hem de filmi bir zerre kadar anladıysam; bu yapıt sinema-üstüdür.

            Bu özel odaya koyduğum diğer eserlerden de anladığım kadarıyla, yine bu eserlerin anlattıkları şeylerin hepsini tamamen algılayamam. Lakin algılayamasam da bırakıp gittikleri soru işaretleri çok fazla ve çok büyük.

            O odada Albert Camus’un Yabancı ve Sisifos Söyleni kitapları, Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ı, Tezer Özlü’nün dokuduğu Çocukluğun Soğuk Geceleri kitabı, Pavese’nin günlüğü, Kaan İnce ve Nilgün Marmara’nın şiirleri, Yavuz Çetin’in Oyuncak Dünya’sı, Antoine de Saint Exupery’nin Küçük Prens hikayesi durur. Galiba Tarkovski filmleri, Nietzsche ve Schopenhauer’in kitapları da onların çok yakınında… Sylvia Plath’ın “Dying is an art like everything else. I do it exceptionally well.” dizeleri... (Ölmek de bir sanattır her şey gibi. Onu son derece (istisna olarak) iyi yapıyorum.)

            Filmin anlattıklarıyla ilgili kelam etmeden evvel, Persona sözcüğü-kavramı ile ilgili bir alıntı yapalım (Psikanaliz ve Sonrası, Engin Geçtan):
            "Persona sözcüğü, tiyatro oyuncularının çeşitli rolleri canlandırırken taktıkları maske anlamına gelir. Analitik psikolojide bu sözcük, insanın kendisi olmayan bir karakteri yaşaması anlamına gelir. Toplumun onayını sağlamak için insanın dış dünyaya karşı taktığı maske ya da takındığı kimliktir.

İnsanın yaşamını sürdürebilmesi için zorunludur. İnsanın çıkarlarını korumasına ve başarıya ulaşmasına yardımcı olur. Personanın yararlarının yanı sıra zararlı olabildiği durumlar da vardır. Bir insan oynadığı role kendini çok kaptırır ve egosu yalnızca bu rolle özdeşleşirse, kişiliğin diğer bölümü bir yana itilir. Personanın bu denli egemenliğine girmiş olan kişi, kendine yabancılaşır ve aşırı gelişmiş personasıyla kişiliğinin az gelişmiş bölümleri arasındaki çatışmadan ötürü sürekli bir gerilim yaşar. Egonun persona ile özedeşleşmesine “şişme”(inflation) denir. Böyle bir insan rolünü çok başarılı oynaması sonucu, kendine aşırı önem verir. Bu rolü diğer insanlara da yansıtır ve onların da aynı rolü oynamasını ister. Otorite durumuna geldiğinde kendisiyle birlikte çalışanları bunaltır, ana ya da baba olduğunda çocuklarından çok fazla şey bekleyerek onların ruh sağlığının bozulmasına neden olur. Yasa ve gelenekler “grup personası”nı simgeler. Bireyin kişisel ihtiyaçlarını bir yana iterek, tüm grup üyelerini belirli normlara uygun ve birbirine benzer biçimde davranmaya zorlar.

Ego şişmesi kişinin aşağılık duygularına kapılmasına neden olur. Geliştirdiği amaçlara ulaşamadığından, kendisini yetersiz görür, çevresine yabancılaşır ve yalnızlık çeker.

Jung, toplum içinde önemli başarılar kazanmış bir çok kişiyi klinikte izleme olanağı bulmuştu ve bu insanların nasıl boşluğa ve anlamsızlığa düştüklerini gözlemlemişti. Bu insanlar, tedaviye başladıktan sonra, o güne kadar kendilerini aldattıklarını ve gerçekten ilgilenmedikleri şeylerle ilgilenir görünmüş olduklarını fark etmişlerdi. Tedavinin bir amacı da, personayı söndürmek ve insanın gelişmemiş yönlerinin ortaya çıkmasına yardımcı olmaktır."
           
            Ekşi Sözlük’te “ateh” adlı yazar tarafından alıntılanan bu tanım, Personayı en iyi şekilde anlatıyor. Alıntıda yer alan “tedavi edilmesi gereken kişi” konumunda yer alan bir babaya sahip olduğumdan, anlatıyı somutlaştırmakta güçlük çekmiyorum.

            Buradan sonrasını nasıl bir bütünlük içinde anlatacağımı tasarlamadım. Şuradan gidelim; blog yazmak (benim de genelde yaptığım tipte) "kişisel düşünce ve hikayeleri anlatmaktır”. Bunun çok ilginç, kilit bir noktası var: “Kişisel şeyleri sosyalleştirme çabası”. Hatta bunun şöyle de bir gerçekçi ve mizahi tanımı var: “Bugüne kadar, söyleyecek pek bir şeyi olmayan bu kadar çok insan, çok az kişiye hiç bu kadar çok şey söylememişti.”

            Blog yazmakla ilgili yazdıklarım üzerinden yola çıktığımızda, aslında basitçe bugün modellenen insanı görüyoruz. Bugün modellenmiş ve modellenen insan, iki sözcükle tanımlanabilir ve bu iki sözcük birbirine değin enteresan bir zıtlık barındırmaktadır: Bencil ve Sosyal. Yirminci yüzyılın başlarında çeşitli düşünürlerce ele alınan teknoloji, bugün onların tahmin ettiği gibi insanları bencilleştirmiştir (Heidegger). Özellikle internetin herkesçe kullanılmaya başlandığı son 15 yıl içinde bu bencilleşme, yanında sosyalleşmeyi de getirmiştir. Hız, rekabet, ulaşılabilirlik vs. yani teknolojinin getirdiği her şey, bugün insanların tek-tipleşmesine neden oluyor. Öyle olmadığı elbet düşünülebilir. Ancak özellikle persona kavramından yola çıkarsak, “toplumun onayını sağlamak için insanın dış dünyaya karşı taktığı maske”ler artık birbirlerine benziyor. “Yani 8 saat çalışan, cumartesi geceleri dışarı çıkan, sosyal, para kazanan, başarılı” bir insan profili var. Makineleşme ve sanayi devriminin de aslında tohumunu atmış bulunduğu bir profil bu. Yani siz 8 saat çalışmak istemediğinizde, cumartesi geceleri dışarı çıkmadığınızda, sosyal olmadığınızda, para kazan(a)madığınızda, başarılı olamadığınızda, başarısız bir insan oluyorsunuz. Başarılı olamadığınızda başarılı bir insan oluyorsunuz? Çünkü başarı kavramı, normlarını tüm bu getiriler üzerine kurdu. Girdiğiniz sınavlar, ilişkileriniz, iş hayatınız. Bir insanın “başarısız” olması söz konusu mudur? Lakin bugün “başarısız” insan mevcut.

Artık sadece zihinsel bir sağlıksızlık göstergesi ya da ahlaki normların dışında davranan insanlar için kullanılmıyor “anormal”. Tembeller, asosyaller ve nice insanlar “anormal” vb. kelimelerle yaftalanıyor. Örneğin, bir süre evde oturan ve sosyalleşmeyen (istemeyen, ihtiyaç duymayan vs.) kişi bile kendini anlatırken “kaç gündür evdeyim” diyebiliyor. Oysa, sosyalleşmesi ve dışarı çıkıp tüketmesi sistemin ona aşıladığı şeylerdir. Herkesin “normal” olarak benimsediği şeylerin dışına çıkma şansınız yok. Günlerdir evde oturduğu için, çalışmadığı için… eleştirilen insanlar var. Bunları eleştiren insanlar var. Şunun şurasında “Köyden İndim Şehire” filmi var ve filmde dört arkadaş, şehre inip hazine bulmaya çalışıyor. Birisi hiç şehre inmemiş insanları uydurdu mu? Şehirleşmeye, şehir hayatına geçileli kaç yıl oldu? Bunlar ne ara sorgulandı ve norm haline getirildi?

Bir gün insanlar bunları sorgulayabilir… Bunlar hiç sorgulanmayabilir de… Zira popüler kültür ve teknoloji insanları müthiş bir hızla tek-tipleştiriyor. Kimsenin durmaya ve sormaya zamanı yok. Persona tam ortada duruyor; insan kendisi olmayan bir karakteri yaşamak zorunda kalıyor. Yoksa anormal olacak.

Persona filminde, bu konuda muazzam örnekler mevcut: Hüzünlü bir sahnede gülümseyen kadın. Toplum tarafından onaylanmak için çocuk doğurmak… Camus’un topluma yabancılaşan bir kişiyi anlattığı “Yabancı” kitabında da… Fakat ben bu ülke insanının “yaratılmaya” devam edeceğini ve kendisine benzemeyen her şeyi aşağılayacağına eminim. Yani sosyalleşmeye devam… Çalışmaya devam… Bu elbet insanların suçu değil ancak insanların kendilerini düşünemeyecek kadar kendilerine dahi yabancılaştıkları bir toplumu da ben algılayamıyorum.

            X, 20 yaşında. Facebook ve Twitter kullanıcısı. Endüstri Mühendisliği bölümünde okuyor. Plazada çalışacak. Para kazanacak. Geçen cumartesi gecesi dışarı çıktı. Resimleri Facebook’ta. 450 arkadaşı var. Değişik bir şarkı paylaştı. Otobüste gördüğü teyzeyle ilgili tespit yapabiliyor. Tespitlerini 140 karaktere sığdırmalı. Ya da blogunun formatına uydurmalı. Arkadaşları arasında pek seviliyor. Üniversite sınavında, sınıfındaki 18 arkadaşını geride bıraktı. Kariyer sahibi olmadan evlenmeyecek. Hem önce gençliğinin keyfini sürsün.

            Nilgün Marmara’nın dizeleriyle şimdilik bitirelim, bir gün devam ederiz:

Maskelerinizi kuşanıp yalanlarınızı çoğaltın
Hepiniz mezarısınız kendinizin…

13 Ara 2012

Canım İstanbul - İlhan Gencer

İstanbul'a pek bayılmasam da, bu şarkı harika. Ekşi Sözlüğün radyosunda rastladım. Sinematografik. Strangers In The Night ile aynı müziğe sahip olsa da... Hatta belki sahip olduğundan...

IMDB'den Daha Objektif: Metacritic


            IMDB, filmlerin puanlandırılması konusunda hiçbir zaman “objektif olmak” gibi bir tasaya sahip olmadı. Ancak insanlar nasıl oluyorsa, bu konuda IMDB’yi büyük bir kriter yerine koyabiliyor. IMDB’nin puanlandırması birçok yönden sübjektiflik taşır. Sadece düşük puan vermek isteyenler, filmi izlemeyenler, filmdeki aktörü çok sevenler, filmin puanını çok yüksek bulup düşürmek isteyenler vs. vs… Yine de insan bazen “izlemeye değer mi” düşüncesiyle bu tip bir kaynağa ihtiyaç duyuyor. Ben de IMDB’den sıkıldıktan sonra, yine çokça kişinin bildiği başka bir kaynağa, Metacritic’e yöneldim. Bu sitede ayrıca oyunlar ve albümler de değerlendiriliyor. Puanlama sistemi şöyle, birkaç otoritenin (yazar, eleştirmen) puanları harmanlanıp, bir ortalama oluşturuluyor. Yine kullanıcıların da puanlaması var (diğerine dahil değil). Bu en azından objektife daha yakın bir sonuç getiriyor. Daha doğru bir puanlama. 

Die Falscher, The Artist, To Rome With Love, Mildred Pierce, Sherlock


            Bütün bu yapıtları tek tek ele alırsam epey uzun sürecek. En iyisi kısa kısa hepsine değinmek. Çorba olma tehlikesi var ama hadi bakalım…
            Die Falscher (Kalpazanlar), daha önce değindiğim Das Leben Der Anderen’den sonraki sene, En İyi Yabancı Film Oscar’ını almış. Biraz Fransız başlıyor bu Avusturya Filmi. Sonra biraz Alman’a bürünüyor, belki hiç Avusturyalı olmadan bitiyor. Yönetmen Stefan Rubowitzky’nin özgün ve iddialı bir tarzı var. Öyle ki hiç beğenmemek olası. Ben de çok beğendiğimi söyleyemem. Kullandığı dar planlar, bir psikoloji yaratmaktan çok “geniş plana al şunu” tepkisi yarattı bünyemde. Filmin hikayesi özgün. Sinemaya çok uygun: 2. Dünya Savaşı’nda bir grup Yahudi, Almanlar için Pound ve Amerikan Doları basıyor. Amaç, parayı piyasaya sürüp İngiliz ve Amerikan ekonomisini çökertmek. Zaman zaman “Arka Sokaklar” dizisine benzeyen kamera hareketlerinin yanı sıra, özetleyici ve mizahi unsur, başroldeki Karl Markovics’in enteresan beden dili filmi farklı bir havaya sokuyor. Bu film Oscar Adayı olabilir, lakin Oscar’ı alma nedeni sanırım içinde Yahudi bulundurması.

Filmin Notu: 7.4 / 10
            The Artist, geçen yıl En İyi Film Oscar’ını kucaklamıştı (oh klişe!). Sessiz ve siyah-beyaz. Yani çok az sesli. Epey az. Sessiz sinemadan, sesli sinemaya geçilirken, bir aktörün buna karşı direnişini ve “sesli sinemanın sanatsal değeri olmadığı” tezini savunuşunu izliyoruz. Filmi farklı kılan, sübjektif anlatımı. 1. Kişiden anlatım, filmin sessizliğiyle verilmiş. Ayrıca filmin dili, anlatım tekniği, mizahı, demişken diyelim, her şeyi, eski; o yıllarda yapılan bir film gibi. Özellikle 1. Kişiden anlatım kısmı etkileyici. Kesinlikle görülmesi gerekir. Konu ve içerdiği ihtiraslar sıradan gelebilir. Fakat o yıllara sadık kalındığı için buna göz yumulmalı. Karşısında çok güçlü bir yapıt olsa Oscar’ı alabilir miydi? Zor.

Filmin Notu: 8.8 / 10
            To Rome With Love, Woody Allen’in şehir filmlerinin son halkası. En vasatı. Woody, artık kendi içinde bir devir-daim yaşıyor ve bizi şaşırtamıyor. Hatta buna şaşırmadığımıza da şaşırmıyoruz. Midnight in Paris iyiydi de, bu bayat. Roma’ya gidesim geldi mi? Gelmedi. Yapmaya çalıştığı sürprizler dahi çok tahmin edilebilirdi. İşin kötüsü, etkilediği insanlar olabilir ancak ben hiçbir şehir filmini izledikten sonra o şehre gitme isteği duyamadım. Bazıları hala onu çok seviyor. Kanımca, bazı rock grupları gibi bakarsak, Annie Hall’dan sonraki albümlerinde bir-iki güzel şarkı vardı. Onu bir türlü aşamadı.

Filmin Notu: 6.2 / 10
            Mildred Pierce, bir mini-dizi. 5 bölümlüktü sanırım. Kate Winslet olduğu için başladım. 1931’de başlıyor. California’da. Amerika’nın ekonomide çözüm aradığı, alt-orta sınıfın zorlandığı dönemler. Mildred (Kate), kocasının onu aldattığını öğreniyor ve boşanıyor. İki kızıyla beraber yaşıyor. Çalışmalı, hayatta kalmalı… Lakin elinden gelen tek iş, turta yapmak… Mildred Pierce bir roman uyarlaması. 50’lerde bir de filmi yapılmış. İyi ki tekrar kalkışılmamış. Zira konunun birçok tarafına yazık olurmuş. Hem de, kitaptan alınabilecek zevki, kitapların görebileceği ayrıntıların çoğunu tadıyoruz. Bayağı ödülü var. Hak ediyor. Dram sözcüğünün tam karşısında duruyor.
            Sherlock, Sherlock Holmes’in BBC tarafından modernize edilip, mini-dizi yapılmış hali. 2 günde bitirdim. Çok kişinin haberi vardır ancak olmayan da öğrenmiş olsun. Bu modernizasyon bir kere bile kafada soru işareti bırakmıyor. Harika işlenmiş. 2 sezon çekildi, 3.sü Mart 2013’te başlayacakmış. Toplam 6 bölüm. Keşke daha çok olsa.

4 Ara 2012

Cayman Islands

Durup dururken sürekli karşıma çıkmaya başlayan şeylere, bu şarkı da eklenmiş bulundu. Harika bir hikaye-durum anlatıyor. Tezer Özlü'nün diş ağrıları gibi dayanılmaz baş ağrılarım oluyor uzun zamandır. Oyuk oyuk ağrıyan gözümü açık tutmamı sağlayan bu yumuşak şarkı ve klipteki güzel dekor sanırım. Bir ara salt kendime ayırdığım günler başımın ağrıdığını düşünmüştüm lakin hayır, başım sabah uyandığımda ağrıyor. Yani gün ışığında. Doğduğumda da başım ağrımış mıydı acaba?

29 Kas 2012

Oralet Sevgisi


            Dün makarna yaparken içecek bir şeyler aradım. Dolap boş, su? Susayınca bile içmem. Kahve? Yemekle mi? A, oralet tozu vardı. Soğuk suya katsam?

            Bunun üzerine, nereden estiyse (Yemek tarifi gibi bir girizgah. Bloglarda ve kitaplarda devamı şöyle gelir bunun; “…Nereden estiyse oralet tozunu hafif sulandırıp pesto sosuna katmaya karar verdim. Önce bir bardakla denedim biraz cıvık oldu. Ardından yarım bardak kattım. Sonuç: Şahaneydi.”) ne diyorduk? Nereden estiyse oraleti ilk ne zaman içtiğimi düşündüm. Buldum. Mozaik pasta, uzun koridor, ilginç ev kokusu; “İsmet Ablalar!” İsmet Abla, annemin Bakırköy, Osmaniye’den arkadaşı. O semtte yaşadığımız hayatımın ilk 5 yıl kadarı boyunca, gittiğimiz en uzak yer onların eviydi (yaklaşık 10 apartman öte) (ne kadar çok dikkat dağıtıcı parantez kullandım) (nasıl toparlayacağım bu durumu?) (yeni bir paragraf?!).

            İsmet Abla’nın iki oğlu vardı. Biri Ahmet, diğeri Mehmet. Aralarında 5-6 yaş var. Ahmet küçük. Benim Ahmet ile aramda da 4-5 yaş var. Yani bu “birkaç yaş büyükle takılınca bayağı açılan ufuk” onlarla gerçekleşiyor. Euro 96 çıkartma albümümün “fazlalarını” onlarla takas ediyorum mesela. David Platt’la Steve McManaman’ı değişiyoruz. İngiltere’nin orta alanı güzelce temelleniyor böylece. Onların verdiği McManaman’ı pek seviyorum. Sonraları Real Madrid’e transfer oluyor, daha çok seviyorum. Ortak paydamız genellikle futbol. İç vurmayı Ahmet’ten öğreniyorum. İsimleriyle hitap ediyorum onlara. Etrafımdaki çoğu kişiye annem ve babamın hitap ettiği gibi hitap ediyorum. Aslında şöyle bir statü var kurduğum, etrafımdaki en yüksek kademedeki insan gibi hitap ediyorum insanlara. Mesela Ali Amca’nın eşi Makbule Yenge, herkes ona Makbule Yenge diyor. En üstten hitap eden kişi Ali Amca. “Makbule” diyor. Ben de Makbule diyorum. Eğer bir akraba sıfatıyla, başına isim eklemeden çağırabiliyorsam, öyle çağırıyorum veya (teyze, abla ama x teyze yok). Bu garip şey bana büyük ihtimalle annemden bulaştı. Annem hitap konusunda yer-yüzünün en büyük sıkıntılarına sahip. Çoğu kişiye hitap edemiyor. Hayatındaki en önemli 4 kişiden 2’sine hitap edemiyor. İsim veya yerine geçen bir şey söyleyemiyor. Bu, bir filmde, edebi eserde filan işleseniz “abartılı duracak” bir sorun. İşin garibi hitap edemediği kişiler bunun farkında mı emin değilim. Neyse buradan yürürsek epey gideriz yine.

            Boş kaset ve kaset doldurmak gibi kavramları da Ahmetlerde öğreniyorum. Benim için çok eğlenceli bir yer. Ahmet’le Mehmet mütemadiyen kavga ediyorlar (yaralamayan şiddet içeriyor bunlar) ve ben izlerken eğleniyorum. Hatta onlar da eğleniyorlar. Kavga ve şiddet kavramları hayatıma reel olarak girmediği için, düşünürken gerilmediğim tek kavga tipidir onlarınki. Belki bu kavramları ters köşeden hayatıma soktukları için bu kavramlar zihnimi bu denli etkiliyor.

            Evlerinde top yok ama çoraptan top yapıp oynuyorlar. Hiç de yamuk-yumuk olmayan toplar hem de. Yerden vurunca dümdüz giden toplar. Kapıyı kale yapıyorlar hem. Benim kalelerim koltuklar.

            Sokakta futbol oynuyorlar. Top arabaların altına kaçıyor, yandaki apartmanın boşluğuna kaçıyor, yola kaçıyor ama oynuyorlar. Topa bu kadar hunharca davranabiliyor olmaları garip geliyor. Hatta apartmanlarında “Ayı Sezai” diye bir çocuk var, topu dikiyor ve top gökyüzünde yok oluyor.

            Ahmet’le Mehmet aynı odada kalıyor. Odalarında ranza var. Merdivenine tırmanmaya korktuğum için Mehmet beni kucaklayıp tepeye koyuyor. Tam hayal ettiğim gibi bir odaları var. Ranza, ufak bir teyp… Lakin araba oynayacak yerleri yok. Küçük arabaları çok az ayrıca. Küçük arabalarının olmamasını yadırgıyorum.

            İsmet Abla ise mozaik pasta gibi bilumum sevdiğim tatlıları yapıyor ve ilk oraletimi ve akabindeki oraletlerimi hep orada içiyorum. Onlar yemekle sıcak şeyler içmeyi seviyor. Sütü ısıtmaları garip değil, sütü soğuk haliyle anaokulunda içiyorum ilk…
            İsmet Abla etrafımdakilere göre çokça “Allah” diyor. Anneannemin beni okuyup üflemeleri ve babaannemin arabaya binme ritüeli “Bissssmil” dışında Tanrı’yla aramda bir bağ yok.

            Bir gün İsmet Abla bana cevşen armağan ediyor. Boynuma takıyor. “Hep taşı” diyor “bunu”. Dualı filanca bir şey olduğunu anlıyorum. Akşam babam boynumda görüyor. “Ne bu?” diyor, kıyameti koparıyor. Küçücük çocuğu dine bulaştırmaktan başlıyor sinirli ve uzun tiradı. İkisi de iyi niyetliler ve kendilerince haklılar. Yine de babamın anneme bunun için kızmasını anlamıyorum. Hem İsmet Abla bana cevşeni kötü niyetle vermiyor. Yani öyle düşünüyorum. Bütün kavgalarda olduğu gibi yine annemin tarafını tutuyorum. Cevşeni bir daha takmıyorum. Cevşen o günden sonra bana manalı, ilahi geliyor. Evimin kapısında asılı duruyor şimdi. Boynuma, elime bir şeyler takıştırmayı da belki o günden sonra seviyorum. Oralet ise hala bana “arada bir içilmesi gereken” bir içecek gibi geliyor hep onlara gidince içtiğimden. Az eşyalı evimde İsmet Ablalardan kalan iki eşya duruyor. Yazarken aklıma düşen Euro 96 albümümü annemlerde bulabilirsem üç dahi olabilir.

            Yıllar sonra İsmet Ablalara gidiyoruz. Yine kapıdan girerken başımı döndüren garip koku. Aynı eşyalar… Mehmet çalışıyor, Ahmet üniversitede. Odalarının nizamı bile bozulmamış. İsmet Abla’nın saçları beyazlamış ve salonlarının duvarında evlerinde çekilmiş bir fotoğraf duruyor. Fotoğrafta Abdullah Gül, Ahmetlerin babasının yanına oturmuş gülümsüyor. 

23 Kas 2012

Art-ez-yen

Bazen böyle berbat şiirlerimi beğenebiliyorum. Kendimce yeni bir kitap için dosya oluştururken önüme geldi. Dergiye versem utanırım, kitaba girmez... Silmeye de kıyamadım. Sanki suya bıraksam boğulacak işte...


Art-ez-yen

-Aynı döngünün başka köşesi
En kuytusu zamanın-

Yazıp sildiğim dönümlerce
Gün dönümüne
Pus çökmüştü
Ardıma döndüğümde

Sezaryen doğan kuşlar
En ucuna kondular erişebildiğime
Artezyenden çok
Direndim diyebilirim
Kendi kendime
Kendime
Kendime

Dikit-sarkıt ne bulduysa
Önüme koydu
Çok tuhaf bağlar ve bağıllar
Gözün ardına
Odağın yamacına
Susana dek
Söylemedim

Şimdi daha mı iyiyim
Kim bilir
Fakat ben çıkıp içimden
Düşünerek
Ve düşündükçe
Gittim
Gittim
Kendimden

21 Kas 2012

Das Leben Der Anderen


            Bir Zamanlar Anadolu’da filmini perdede izlediğimden beri bu kadar üst düzey bir film izlememiştim. Das Leben Der Anderen; “Başkalarının Hayatı”, Avrupa Film Ödülleri, BAFTA Film Ödülleri, En İyi Yabancı Film Oscar Ödülü gibi bilumum ödülleri toplamış 2006-2008 yılları arasında (2007 Oscar). Bu arada yönetmen Florian Henckel von Donnersmarck’ın da ilk filmi.

            Film, Doğu Almanya’nın paranoya yaratan Güvenlik Bakanlığı; Stasi’nin bir yazarın evini dinlemeye başlamasından ibaret. Stasi ile ilgili internette sürüyle korkunç bilgi bulabilirsiniz. Fişlemek konusunda hakikaten üstlerine yok. Sosyalizmin de sadece bir etiket olarak kaldığını, aslında herkesin bu makineleşmiş düzeni kendisine göre çekiştirip, yorumladığını görüyoruz. Filmden çıkarılabilecek o kadar çok alt-metin ve his var ki, tek tek anlatmaya, yorumlamaya kalkarsam sayfalarca yazarım.

            Bu arada yönetmenin bakış açısı tam bir “Alman” gibi. Temiz planlar, sade dekorlar, soğuk renkler…. Ülkelerin kültürlerine, yaşayışlarına göre film çekiyor olmaları enteresan. Sinemanın sayısız güzelliklerinden biri de bu. Hiçbir yan hikayeye gerek bırakmadan, harika kurgusu ve iyi temellendirilmiş karakterleriyle film beni sürükleyip götürdü. İnsanın vicdan ve ego arasındaki yolculuğunu, polis devletin gaddarlığını görmelisiniz. Kısaca; insanı, insanlığı bundan daha iyi anlatmak çok zor.

Filmin Notu: 9.4 / 10

Yeraltı


            Demirkubuz’un “Yeraltından Notlar” uyarlaması Yeraltı. Atlanan ve çok büyük bir “es geçme” olduğunu düşündüğüm, Dostoyevski tekniği ve romanının en kilit noktalarından biri olan “Tanrısallık” filmde yoktu. Dostoyevski bunu bilerek mi yapmıştır bilmiyorum. Çünkü romancının kendisi bile bazı dengeleri fark etmeden kurar; romanlarında ya anlatım, ya baş karakter ya da olaylar, karakterlerin hepsini iyi ve kötü yanlarıyla gösterir. Bu cümleyi şöyle tamamlamak icap ediyor: Eğer X karakteri, baş karakterimize göre yalancıysa (ki baş karakter epey etraflı düşünebildiği için zaten insanları iyi ve kötü taraflarıyla göstermeyi başarır) daha sonra kritik bir noktada doğru söyleyerek baş karakteri yalanlar. Ya da yalancıdır ama cömerttir atıyorum... Fakat filmde bu bakış açısı yoktu. Karakterler sübjektif yansıtılmıştı.
            Baş karakterimiz Muharrem üzerinden, kişisel ve toplumsal bir sorgulamaya geçiş üzerine kuruluydu konu. Muharrem’in kendi iç karmaşasındaki çeşitli noktaların izleyiciyi yakalaması ve rahatsız etmesi bekleniyordu. Roman ve Dostoyevski Romanı da bunu yapmaya çalışıyor. Baş karakterin içsel çözümlemelerine oluşan empati ve artık karakterin tarafını tutan okuyucu. Karakterin tarafını tutmak elbette sübjektif bir unsur oluşturuyor. Bunun nedeni diğer karakterlerin iç dünyasını bilmiyor oluşumuz. Oysa filmde Muharrem’in “kötü” kodladığı arkadaşları gerçekten kötü. Belki de söylediği kadar kötü olmasalar bu sorun ortadan kalkabilirdi. Son değindiğim Gergedan Mevsimi filmindeki empati kurdurtma yoksunluğu, bu filmde daha teknik ve karmaşık olarak var. O filmin sorununu çözmek daha basitti bir sinemacı açısından…

            Oluşan bu sübjektif tablo dışında empati yoksunluğu yaratan ikinci unsur teknik. İmge-imgelem yaratmak için çekilen uzun sahnelerde oyuncuların yüzlerini gördük hep. Fakat bu imgeleştirmeyi kendi kafamızda oluşturacak bir nesne, bundan önce bir hareketlilik veya bu durgunluğu oluşturacak nedeni biz anlayamadık. Anlasaydık harika empati kuracaktık. Ancak uzak olduğumuz ve sübjektif baktığımız bir karakterin yüzüne uzun süre bakmak sadece sıkılmaya yol açıyor. Hatta karakterle anlatım-üstü bir ilişki kurulması gereken bu sahnelerde ben filmden ve karakterlerden soğudum. Bu imgelemeyi oluşturmak zor. Aşikar olan, oluşturamayınca ortaya büyük bir boşluk çıktığı.

            Oyunculukların yanında, filmin renkleri ve görüntü yönetmenliği çok başarılıydı. Kopukluğu ise senaryo ögesi oluşturuyordu. Zaman zaman kontrast renklerin oluşturduğu tablolar ilham vericiydi. Ne yazık ki, Demirkubuz’un çizgisinin altında bu film. Üstelik elinde bolca boşluk bulabileceği bir orta-sınıf varken. Söylemeden geçemeyeceğim, filmin sınıf-rütbe çatışmasını anlatış tarzını beğendim. Dostoyevski’nin kafa yorduğu, özellikle ordu ve yönetim üzerinden mütemadiyen yerdiği bir şey bu. Demirkubuz iyi düşünmüş lakin isabetsiz vurmuş. İyi bir katarsis de yakalamış halbuki.
Muharrem’in içinde tuttuğu şeyler dışına vururken, kendi içini daha fazla sorgulayıp kaybolması ve duygularının hızına yetişememesinin de onda farklı duygular oluşturması, bu duygularla beraber artık hissiyatını ve duygularını iyice kontrol edememesi ve bastırdığı duyguların zaman zaman sert biçimde, kontrolsüz olarak ortaya çıkmasını gördük. Kusacağını bilerek sarhoş olmaktan zevk almak insanın çok derininde. Keşke biraz daha iyi anlatılabilseydi. Ki bazı varoluşsal soruları yerinde ve düşündürücüydü.

Filmin Notu: 7.0 / 10

3 Kas 2012

Çipetpetpetpet Çipetpetpetpet Cibili Cibili Cibili Şak Şak Şak Şak


İstanbul'un Kuşçuları, İstanbul'da yaşayan kuş aşıklarını ele alan, İstanbul'u daha içeriden öğrenebileceğiniz, harika adamların olduğu, kötü kurgulu bir belgesel. Arnavut Şevket Ağabeyimiz için izlenir sırf.

Fasle Kargadan


            Hayattaki  neredeyse her şeyi: Savaşları, aileleri, kişileri ve aşkı basite indirgiyor Gergedan Mevsimi. Aslında bu “basitin” üzerindeki katlarca ağırlığı, getirdiği sonsuz açılımları ve karmaşıklığı da gözler önüne seriyor.
         İran’daki devrim sürecinde tutuklanıp 27 yıl hapis yatan bir Kürt şairin aşkını anlatıyor film. Fakat filmin kullandığı imgelerin birinden gidelim; “su altında” cinsellik var. Aynı kadına aşık olan iki adamın farklı nedenlerle bastırdığı aşkı, bir süre sonra cinselliğe dönüşüyor. Bu iki adam, kadın, devrim  ve İran… Çok şeyin altında salt “bastırılmış cinsellik” olabileceğini görüyoruz. Özellikle doğuya, Ortadoğu’ya, bu coğrafyaya ait sorunların “bastırılmak” kaynaklı olduğunu görüyoruz. Ait olduğu sınıf nedeniyle ezilen bir şoförün, gücü (iktidarı) ele aldığında ne denli vahşi olabildiğini görüyoruz. Bu hem hayat, hem aşk konusunda geçerli… Bastırılmış olan mutlak bir karşılığa, hatta şiddete yol açıyor. Gücü ele alanın, ezileni unutuşuna acıyla şahit oluyoruz. Oluşan bu diyalektiğin geri kalanına filmi izleyerek şahit olabilirsiniz.

         Film, Cannes Film Festivali’ne alınmadı. Alınmamak için de geçerli olabilecek nedenler var. Bahman Ghobadi önceki filmlerine kilit noktalarda o kadar çok gönderme yapmış ki, filmin değerlendirilmeye öncekilerle beraber alınması mantıklı olabilir belki de.

         Filmde kurgunun ve hikayenin belli bir düzende gitmemesi ve karakterlerin yeterince temellendirilmemesi nedeniyle (ki bu karakterler imgeye yakın olduğu için bir tercihtir muhtemelen) seyircinin kendini sorgulama süreci biraz yarım kalıyor. Takip bir yandan durağan filmi hızlı kılarken, bir yandan da seyirciyi biraz üçüncü kişiye döndürüyor yani. Bu coğrafya filmlerinde seyirci ya 1. kişidir aslında, ya da 3 ile 1 arasında bir yerdedir. Bu sebepten anlatımda hafif bir burukluk mevcut. Ghobadi’nin çokça yakın plan tercih etmesi de, seyircinin sahneyi kendi içinde imgelendirmesinden çok, karşıdakini anlamaya çalışmasına itiyor. Sözün özü bir empati yoksunluğu var. Yine de hikaye zaman zaman öyle çarpıcı anlatılıyor ki, tam tersi bunu sorgulamıyorsunuz.


         Görüntü yönetmenliği şahane. Ghobadi’nin portreleri ve bazı açıları diğer yönetmenleri üzecek kadar iyi. Filmin herhangi bir karesini çerçeveleyip duvara asabilirsiniz. Genellikle es geçilebilen veya önemsenmeyen “araba-içi” sahneler ders niteliğinde. Karakterlerin aslında ölmüş olmaları nedeniyle yüzlerinde bir beyazlık var. Seyirci açısından yorucu ama iyi kotarılmış. Renkler hep monokrom gidilmiş. Anlatırsam tılsımı kaçar, bu yüzden çeşitli sahneleri ballandıramıyorum.

         Yılmaz Erdoğan yine çok iyi, Monica Belluci’nin role fazladan bir katkısı yok. Beren Saat’in oyunculuk için çeşitlemelere ihtiyacı var ve hala büyük sahnelerde sorunları var. Baş karakter Sahel’in yaşlılığını oynayan Behrouz Vossoughi gayet iyi; yüzüne bakarken dahi acı çekiyoruz.

         Film, Ghobadi’nin diğer filmlerinden bir seviye altta; dünya sinemasındaki birçok örneğin önünde. Yola çıkılan nokta güzel, senaryoda ufak gedikler var lakin sırf görüntüler için bile izlenir. İran Sineması’nın fark edilişi çok güzel, oluşturduğu çizgi takdire şayan... Özgün sinema dilleri, yıkabildikleri tabular ve birkaç yıldır yurtdışında da filmlerini tanıtmaları sayesinde, rahatça diyebiliriz ki sinemanın en formda ülkesi İran. Umarım Amerikan Sineması’nın (belki de Hollywood demeli) oluşturduğu sanatla alakasız tabuları ve kuralları diğer ülkelerin yıkmasına da öncü olurlar. “Sanat” ve “tabu” çok uzak noktalar. “Popüler” dediğimiz şırınga, aslında “tabu” aşılar.

Filmin Notu: 8.4 / 10

23 Eki 2012

Lolita

Kitabı olan filmleri pek izlemem. Yani önce daima kitaba şans tanırım. Lolita'yı unutmuştum. Sonra bir arkadaşım çok övdü, sonra filmini indirimde gördüm ve en son geçen hafta iki ayrı "Okunması Gereken X Kitap" listesinde karşıma çıktı. Bazen dışımdan bir ses okumamı-izlememi-yapmamı söyler böyle... Bu dış ses, beni bir kez daha hayal kırıklığına uğratmadı.

Dönemsel romanlardan, aynı yazarlardan, filmlerden sıkılmıştım ve biraz daha içe dönük, detaylı, farklı bir roman arıyordum. Karşıma bugün çıktı Lolita. Vladimir Nabokov'la tanışmama vesile oldu. İç-sel çözümlemeler ve olay akışları gibi konularda çok iyi romanlar okudum. Bazılarının dili başka bir dünyadan yazıyor gibiydi... Dostoyevski'nin Tanrı'ya en yakın adam olduğunu gördüm. Övgü geliyor: Nabokov kadar düzgün tekniği olan, tekniğinden zeka fışkıran romancı görmedim. Romancının en mühim işlerinden biri konuyu nerede bitireceğini, ne kadar uzatacağını ayarlamaktır ve bu bir tür içgüdü-öngörüdür. Ancak Nabokov çok farklı. Romanı, disiplinli bir aşçının lezzetli bir yemeği gibi sunuyor. Yani yaptığı işi sevdiği aşikar, içine epey mantık da katmış ve bunu okuyucuya sunduğunda önce hisler harekete geçiyor. Zekasına hayran olmamak elde değil. Örnekse, kitabın girişinde anlatım tekniği derhal fark ediliyor. İnsanlara dair detaycı, olaylara dair biraz daha kaba ve lirik benzetmeleri var. Bu lirik, yalın benzetmelerin ve tasvirlerin ardından şu cümleyi kondurup okuyucuyu uyandırıyor Nabokov: "-Umarım üslubuma diyeceğiniz bir şey yoktur, gözetim altında yazıyorum-". Bu başlı başına dehadır. Nabokov bu cümlesiyle, hem okuyucuyu ağır anlatıma hazırlamış, hem ağırlaşan dilini bu cümleyle bölerek dikkatleri toparlayıp dili hafifleştirmiş, hem de okuyucuya neden gözetim altında olduğunu merak ettirmiştir. Çok stratejik, çok yerinde bir tümcedir bu. Nabokov'u mutlaka okumalı, tekniği ve dili, dilinin sadelik-detaycılık-duygu ölçüsü harika.

Romanın yine çok beğendiğim girişi:

"Lolita, hayatımın ışığı, kasıklarımın ateşi. Günahım, ruhum, Lo-li-ta; dilin ucu damaktan dişlere doğru üç basamaklık bir yol alır, üçüncüsünde gelir dişlere dayanır. Lo-li-ta.

Sabahları ayağındaki çorabının teki, bir elli boyu ile Lo idi, sadece Lo. Ayağında bol gündelik pantolonu ile Lola. Okulda Dolly. Kayıtlardaki noktalı çizgilerde Dolores. Ama benim kollarımda hep Lolita idi."

19 Eki 2012

Şarköy


         Şarköy’de devre mülk tutmuşuz. 1.5 veya 2.5 yaşındayım. 2.5 olmalıyım. Dedem, annem, babam, halam, babaannem, amcam, ben kadro. Amcamın BMW’si var. Açık mavi. Bitiyorum o BMW’ye. Birçok hastalığı bana bulaştıran amcam oldu sanırım… Eskiden alt komşumuzdu. Evinde garsonculuk oynayıp, sallanan ata binerdim, bir de televizyon sehpası vardı; sürekli onun resmini yapardım. Arka odası korkunçtu. Ütü tahtası, çamaşır kurutma askısı, gardırop. Eskiden herkesin korkunç bir odası vardı. En korkuncu, dedemin evindeki tuvalette (tuvaletteki kapı buraya açılıyordu) bulunan odaydı: İki adet karşılıklı küvet ancak küvetler yerde değil, yerden 1 metre 60 santim kadar havada, odanın ışığı kırmızı; karanlık oda. Odanın varlık nedenini bu travma başladıktan yıllar sonra idrak ettim. O tuvalette kaka yapmak, pazarda annemin elimi bırakmasıyla birlikte dünyanın en korkunç şeyiydi. Hatta çok küçükken gördüğüm ve hala etkisinden çıkamadığım kâbusumun nedeni belki budur: Plajda annemin yanında oturuyorum. Hava çok güneşli, şemsiyenin altında şezlongdayız. Dondurmacılar, mısırcılar geçiyor. Annem bana bir şeyler söylüyor, bir yerden sonra dediklerini anlayamıyorum ve sol eli (annem solak) birden uçup, plajın arkasındaki dev apartmanların üzerinden uçup gidiyor.

         Devre mülkümüz bir sitedeydi, site karşılıklı 15-20 kadar villadan oluşuyordu ve soldan ilk evdi bizimki. Ortada beton bir yol, yolun sonu geniş bir beton alan, alanda potalar ve park eden arabalar, ötesi kumsal ve deniz, iki yanda ağaçlar… Lakırdıyı buraya getiren BMW o alanda dururdu. Ben de arkadaşlarımla oynamadığım vakitlerde, oraya gidip takla atardım betonda. Hatta bir akşam elektrik kesildi ben oradayken, bütün çocuklar çığlık çığlığaydı ve amcam derhal arabaya atlayıp farları açtığında, o zamana dek gördüğüm en geniş kitleye hitap eden kahraman olmuştu. Ben de ağlamış mıydım? “Hatırlamıyorum” diye düşünürken içimi sıkıntı bastı… Evet evet, gayet ciyaklamıştım. Bir de annemler denize girerken çok ağlamıştım boğulacaklar diye… Hala gülerim buna. Şezlongda oturmuş, arkalarından bağırıp sövüyordum: “Salaklar! Aptallar! Köpek balıkları yiyecek sizi! Boğulacaksınız! Hayvanlar!”  Sanırım babam civarda değildi. Bu kadar küfür edebildiğime göre… Gerçi babam yanımdayken de küfür etmiştim:

         İki arkadaşım vardı. Biri Tolga, diğeri Damla. Damla’dan hoşlanıyor muydum yoksa bu düşünce aile büyüklerimce sonradan mı aşılandı bilmiyorum. Tolga fiyakalı çocuktu. Sarı, akülü bir cipi vardı. Gördüğüm ilk akülü arabaydı. Sağ olsun arada bir tur atmama izin veriyordu. Henüz Recaizade Mahmud Ekrem’in romanını okumadan kapıldığım “Araba Sevdası”, akülü arabayı görünce aşka evrildi ve bir ebeveynin duymak istemeyeceği o tümceye dönüştü: “Ben de istiyorum.”

         İşin kötüsü, inatçı bir çocuktum. İsteklerimi oyalama taktiğiyle defedemezdiniz. Dolayısıyla önce aba altından sopa gösterdim, sonra baskı geldi ve peşi sıra dikta! Aleyhtarlarımın dayanacak gücü kalmamıştı. Yurt dışına kaçmak, akülü araba almaktan daha maliyetliydi. Babam neticeyi iki sözcükle ilan etti: “Tamam alacağım.”

         Bekleyiş başladı. Akşamına yarım bardak bira içildi, masaya çıkıldı. Göbek atıldı, ziller zurnalara karıştı. Hayırsız evladını bu halde gören baba hısımları yatıştırdı “Yahu içsin neyse, bir tane de alkolik çıksın aileden.” Kuş üzümlü kahvaltıyı, alanda atılan taklalar takip etti. Dedem ve babam akülü arabayı getirmek üzere Valens Kemeri’nin dibine, Saraçhane’ye yola çıktı. Haşim İşcan Geçidi bu işler için biçilmiş kaftandı.

         Neyse efendim, pek olumlu uyanırmışım Şarköy günlerinde zaten. Babaannem hep bahseder... Merdivenleri inip, salonda oturan babaanneme dönüp “Günaydııın!” deyip gülücük atarmışım. Babamla dedem bu bekleyişin sonunda arabayı getirdiler. Kırmızı bir Peugeot idi. Lakin bir farklılığı vardı: Pedallıydı. Pedallı daha ucuzdu çünkü. Yine de bir heves bunu sorgulamadan arabaya bindim. Sonrasını ben hatırlamıyorum fakat şöyle cereyan etmiş; Arabaya binip, iki adım gidip, durup, kornaya basıp, okkalıyı yapıştırmışım: “Önüne baksana ulan eşşoğlueşşek!” Bunu dedem de duyduğu için babam kızarmış, açıklamaya yeltenmiş “Annesiyle hep taksiye biniyorlar, oradan öğrenmiştir.”

         Ben o Peugeot’yu pedallarına basmadan kullandım hep. Basınca dizlerim plastiğe sürtüyor, bacaklarım sıyrılıyordu. Doğrusu akülü olmadığı için hep bir burukluk vardı arabada. Velhasıl yıllar geçti, amcam birkaç BMW değiştirdi, sonra daha ucuz olduğu için Peugeot aldı...


18 Eki 2012

Türkiye Sineması ve Sonbahar'a Dair


            En son söyleyeceğimi başta söyleyeyim (bitiyorum şu klişe kalıplara); Özcan Alper son dönemde bu topraklardan çıkan en iyi yönetmenlerden biri. Türkiye Sineması’nın gitmek istediği yer bu ülkenin sanat anlayışı açısından beni epey umutlandırıyor. Diyebilirim ki, sanatın bu ülkede yolunu bulup, ışık saçtığı tek alan bugün sinema. Müthiş işler yapılıyor hakikaten. Üstelik müzik ve tiyatronun aksine batıya kanalize olmadan, kendi yolunu seçiyor. Bugün Türkiye Sineması; yerel bir çalgının dünyaca kabul edilmesi gibi bir mutluluk veriyor bana. Çünkü bu toprakların hikayeleri, bu toprakların yordamıyla anlatılıyor. İçinde “Dünyaya açılan popstar” gibi bir yapaylık yok. Bu “kendini daima olduğundan iyi zanneden” ülkenin insanları, seslerini dünyaya sinemayla duyuruyor.

Bugün elimizde Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Semih Kaplanoğlu, Seren Yüce, Özcan Alper ve zaman zaman bu tarafa geçen Serdar Akar, Reha Erdem var. Tuttuğu çarşafın bir ucu buraya, bir ucu Hamburg’a dayanan bir Fatih Akın var. Yine bu yolculuğa belgesel-sinemaları ile katılan Aslı Özge (Köprüdekiler), Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan (İki Dil Bir Bavul) var. Bu yönetmenler, anlattıkları şey sarsıcı bir olay bile olsa önce kişilere yöneliyorlar. Yani “evet karakteri tanıttık, şimdi olaya geçelim” benzeri bir tutum söz konusu değil. Her şeyin başında olaya sebep olan insan ve insanı insan yapan doğa geliyor. Bu toprakları anlatan Oğuz Atay, Yaşar Kemal, Yusuf Atılgan, Sabahattin Ali, Sait Faik Abasıyanık gibi büyük yazarların (Orhan Pamuk ve İhsan Oktay Anar’ın nesline sıra gelmemiş olabilir henüz) da başarısıdır bu. İnsana tek açıdan bakmamak, insanları dışarıdan yargılamamak sinemaya yansıyan büyük öğretilerdir. İzledikçe görüyoruz ki: Bizi kendimize asıl sorgulatan bize benzeyen, biz misali insanlardır. Bir büyük soygun hikayesi sürükleyicidir ama sanatın gerçek ve yüce vasfını yerine getiren bu bireysel ve toplumsal çözümlemelerdir. Bir Zamanlar Anadolu’da filmindeki muhtarın evidir hayata benzeyen. Güzel olanın korkunçluğu buradan gelir.

Genelde Dostoyevski’ye benzetirler son dönem yönetmenlerinin hikaye işleyişini. Tabi ki hepsi Dostoyevski’den ve birbirlerinden büyük farklılıklar da taşır ancak kastedilmek istenen şey doğrudur. Dostoyevski insanları yargılamaz, an’ları müthiş vurgular ve hayattan daha gerçekçidir. Orhan Pamuk okurken sonraki sayfada ne olduğunu biliriz ancak okumaya devam ederiz. Tılsımdır bu. Sanat tılsımdır. Darısı bu topraklardaki tüm sanatçıların ve sanat akımlarının başına. Bunun önünde duran en büyük engel okullardaki öğretidir. Yukarıdaki yönetmenler bu öğretileri geliştirip-kırıp bir ekol yaratmışlardır. Üzerine mutlaka düşünülmelidir.


Daha fazla kafa şişirmeden filme geçelim. Sayfalarca yazabilirim çünkü yukarıdaki konuda. Bir sosyalistin hapishaneden çıktıktan sonraki hayatını anlatıyor Özcan Alper (Hayata Dönüş Operasyonu mu desek?). Hikayemiz Artvin’de geçiyor. Aslında çok özüne inelim; film sessiz bir çığlığı anlatıyor. Hopa’nın doğasının yanı sıra, baş kahramanımız Yusuf’un kendi içindeki sorgusu güzel olan. Her şey birbirine o kadar bağlı ki, konuya bir yerinden dalarsam izlerken tadınız kaçabilir. Filmdeki fotoğrafları, özellikle Serkan Keskin’in oyunculuğunu çok beğendim. Birkaç tanıdık, Yusuf’un evini ziyaret edip kalkarken, Mikail’in uyuyan çocuğu kucaklayıp gitmesiydi damarıma basan.

“Her sonbaharın dönüşü var” diyor bu filme dair; yönetmen Özcan Alper. Umarım öyledir.

Filmin Notu: 8.4 / 10

Keras


         Yanımızdan, hatta belki benim kederimden, belki senin heyecanından orada sen yoktun o zaman: Yanımdan deniz geçiyordu boğaza doğru. Hava köşesine çekilen bir kaplumbağa misali kapamıştı kendini. Bu mevsimde doğaldı… O gün o koca kentte, muhabbetlerin karadan yürütüldüğü anlarda bile sorgulanmadı bu yüzden. Biraz fazla azadeydi herkes. Mesela Tophane’de, eşyayı yüklerken kamyonete, “derdin ne?” dedi nakliyatçı birine. Sonra ardını pek dinlemeden iki kerede çalıştırdı emektarı gitti.

Yan masadan bir çay kaşığı kekeletti düşüncemi. “Sen şeyi okudun mu?” dedi. Bu, muhtemelen son esnasıydı aklımın. Diyalog kellesini alacaktı monoloğun. Hem de ne ihtişamla… Birkaç masalın bir arada yer aldığı masal kitabımdaki cellat gibi, önce heybetli bir tur attıracaktı baltaya, balta baltalığını boynumu geçip “küt” sesini çıkarınca kanıtlayacaktı tahtada. Sahi o tahtanın bir ismi var mıydı? O masal kitabında o korkunç celladın ne işi vardı? Cellatlar devlet memuru muydu? Tahtanın ismi neydi? Kesin ismini bilip sürekli kullanan bir ihtiyar vardır. Hep şöyle oluyordur “Cemal de sanki hötöş tahtasındaymış gibi yapıyor canım” “Hötöş tahtası mı?” “Hani üstünde kafa kesiyor ya cellatlar yahu (o kadar bilgiyim ki, bu benim için çok sıradan, sen nasıl bilmezsin, ben bilirsin sanıyordum, hayret, bende daha neler var, vs…)”

-Eee, Flaubert’in kitabı ya.
-Madame Bovary?
-Heh. Evet!
-Cık.
-Neden?
-Fazla gerçekçi. Rahatsız oluyorum okurken.
-Ama şey çok güzel değil mi?
-Okumadım.
-Başlamışsın ama böyle dediğine göre. Başındaydı diyeceğim yer kitabın...
-Sonunu okudum.
-Niye?
-Bilmem.
-Hatırlıyor musun peki sonunu?
-Hatırlasam yaşayamazdım.
-Sen de hiçbir şeyi hatırlamıyorsun okuduğun.
-Hatırlasam yaşayamazdım.
-Aman. Bir cümle bulmuşsun iyi ki.
-Ben bulmadım.
-Kim buldu?
-Bir kitapta yazıyordu.
-Hani hatırlamazdın okuduklarını… Hangi kitapta?
-Bu kitapta.
-Nasıl?
-Bunları yazdığım kitapta işte…
-E tamam o kitabı sen yazmadın mı?
-Ben mi yazdım?
-… Hep böyle misin?
-Cık.
-Sence mutlak doğru diye bir şey var mı?
-Var.
-Nedir mutlak doğru?
-Ölecek…

         “Ölecek olmamız” diyecektim, karşı kaldırımdan; çaprazımdan, hayatımda gördüğüm en yaşlı adam geçiyordu elinde oltayla.

-Ne?
-Yok galiba.
-Bence var.

         Kafasını çevirip yaşlı adamı gördü…


11 Eki 2012

Sınıf'ta


-Kısır Döngü?
-Burada.


Yoklamayı alıyordu. Elindeki kırbacı tehditkârca salladı. Geç kaldığı için hızlı sayıyordu isimleri. Derhal “burada” demeliydiniz. Lakin, ben nerede sırayı kaçırdım bilmiyorum. İsmimi duymadım.

-Yorgun?
-Durgun?

Yoklamayı bitirip sırasına doğru yürümeye başladı. Yanına gittim.

-Beni okudun mu?
-Bilmem.

Başka bir şey soramadım. Öldürecek gibi baktı gözlerime. Güç.

İntihar’ın yanına oturdum. Sonra o kalkıp kapıdan çıktı. Bir daha gelmedi. Muhtemelen kendini harcayacaktı. Hayatın içinde bir yerde.

Öğretmen de gecikti. Kafamı kaldırıp en arka sıraya doğru baktım. Yorgun, yorgundu. Çaprazındaki Efkar bir sigara yaktı. Kibritini akvaryumun içine attı.

-Yapma şunu işte.

Hayal sinirlendi biraz. Galiba kırıldı.

-Ben yarın gelmeyeceğim.

Sınıfın en sessiz, en orta yerine fısıldadı. Kimse umursamadı. Kedimiz Vuslat dışarıdan cama süründü. Gözüm takıldı. Bıyıklarını boyatmıştı.

-Lan bakın boyatmış bu bıyıklarını.

Renk pencereye koştu. Camı açtı.

-İyi olmuş lan. Bakayım.

Cümle bittiğinde boğuldu. Camı fazla açık tuttu. Önceki hafta da bir arkadaşımızı aynı şekilde kaybetmiştik. İlanlar astık her yere. Gören çıkmadı. Gidip Kör’e sorduk, Uzak Sokak’tan geçmiş. Öyle koklamış.

Biri dürttü. Döndüm. Sıradan’mış.

-Dün akşam Tılsımlardaydım oğlum!
-Ödev neydi Sıradan?
-Ne bileyim lan.

Neyse içeri öğretmen girdi.

-Günaydın. Çok sıcak sınıf, önüme bulut geçsin. Susun!

Sustuk.

Neden


Seherin bir laciverdi vardır; benim olduğuna inandığım. O lacivertle aramızdaki aşılamayan mesafeyi tanımlar bu şarkı. Gökkuşağının ötesine benzer, ne denli erken yola çıkarsan çık; geç kalırsın... 

9 Eki 2012

Şarabi


         Tepemizdeki siyah lamba sadece masayı aydınlatıyor. Masa, açık meşe rengi, dikdörtgen ve büyük. Üzerinde örtü yok, Amerikan servisler var. Yerler beyaz, küçük olmayan karelerden oluşuyor. Güzel bir et yemeği yemişiz. Şarabın ikinci şişesi. İlk şişe Yakutmuş, ikincisi Güney Afrika Şarabı. Açarken Göktuğ dalga geçiyor hatta. Bundan sonraki yarım saat Güney Afrika takıntısı olacak. Dibini dolduruyoruz kadehlere. Burcu ve Derya istemiyor. Burcu solumda oturuyor, onun solunda; masanın başında Kutay, Burcu’nun karşısında Derya, benim karşımda Göktuğ. Göktuğların arkasında masayla aynı renk, masadan daha uzun kocaman bir büfe var. Bizim arkamızda tezgah. Sigara yakıyoruz. Burcu ve Derya yine bize katılmıyor (bereket). İlk yudumu aldıktan sonra içim ısınıyor iyiden iyiye. Sol elim Burcu’nun ensesine gidiyor. Küçük küçük dokunuyorum. Sigaramı havaya üflüyorum. Kutay kısa bir espri yapıyor, çok gülüyorum. Gülüyoruz. Bir gün de “şunu” (konser, gezi vs.) yapalım diyoruz. Sözleşiyoruz. Sonra dostlar gidiyor. Vedalaşmışız ama Derya’nın ayakkabısı kapıda nazlanıyor. Göktuğ buna dair birkaç şaka yapıyor. Masayı kabaca topluyoruz. Sevgilimin dudakları şarap kokuyor…


4 Eki 2012

Lady


Topu ayağıma alınca kafamı kaldırmaya çabaladığım, oyunu okumaya başladığım yıllardandır.

12 Eyl 2012

Detaysal(?!) Yaşam Koçu


         Yaşam koçunun tam olarak neye hizmet ettiğini bilmediğim için evire çevire dalga geçebilecek pozisyonda değilim. Size ideal bir yaşam planlaması mı oluşturuyor? “Tamam bak maaşından 240 Lira biriktir, o gösterdiğim evi alacağız sana sen 56 yaşına gelince” mi diyor? Veya “Rana çok bozar seni, o bir ara Meryem vardı, ona takılsana sen” mi?!

Ben belki yaşam koçu olamazdım lakin hayatınızdaki detayları belirleyen bir yaşam koçu olabilirdim. Şöyle bir propagandam olurdu: Hayat ayrıntıda gizlidir! Ya da: Kendinle arandaki 7 farkı bul!?

Detay derken şunu demek istiyorum:

-Hayır o filme girme, diğerine gir. O film kötüymüş. O salonda izleme zaten ses sistemi berbat.
-Ketıla az su koy daha çabuk kaynar.
-Kıyafetlerini katlayıp kenara koyma. Günde 3 dakikadan, haftada 21, ayda 84, yılda 1008 dakika. 16,8 saat yapar. Zaten geri kalan 7,2 saati uyuyarak geçirsen, kaldı sana 364 gün.
-Coca Cola’nın tadı 2 aydır garip, Pepsi’yi dene. İçme daha iyi. İlla içeceksen…
-Lucky Strike? Kaçak al, buradaki kötü.
-Instagram ve Word Press kullan. Daha kuul (serin) görünürsün. Zeki mi? Yemez o zaman…
-Sen de ona Mevlana’yı ziyaret için Horasan’dan yürüyerek Konya’ya giden üç kişiyi anlat. Oradan etli ekmeğe bağla. Vejetaryen? Hasan Sabbah’ın askerlerini kandırma yöntemlerine geç. Ne bileyim, İran’dan filan bağla konuyu…
-Yok merak etme,  kitabın ilk 30 sayfası öyle, sonra açılıyor. Ama sürpriz bekleme sonunda. Peşinen söyleyeyim…

Falan filan...

1 Eyl 2012

Eşek Gibi Çalışmak ve Edebiyat



            İnsanlar eşek gibi çalıştı. Çok az ülkenin ve birkaç şirketin aşabildiği bir eşik oluştu. Şimdi, bazı insanlar eşek gibi çalışmasa da; dünyanın büyük bir çoğunluğu eşek gibi çalışmak zorunda.
           
            Yazıya yaptığım bu berbat girişten sonra direksiyon hakimiyetini sağlayabilecek miyim bilmiyorum. Lakin bir gerçek var ki, Sanayi Devrimi’nin yapılandırdığı dünyanın sonuna geliyoruz. Aslında bu, içinde bir diyalektik barındırıyor fakat dünyada hala “eşek gibi çalışmaya inanan” birçok kişi mevcut. Benim kuşağımın hemen üzerindeki kuşaktan (biz ne ara kuşak olduk?!) itibaren bu inancı çoğu kişide görebilirsiniz. Oysa, Sanayi Devrimi’nden önce de insanlar eşek gibi çalışan konumda değildi. Tarımın egemenliğindeki toplumlar bize hep “çok çalışır” gösterildiyse de; gerek tarlalardaki eğlenceleri (oyunlar, şarkılar…), gerekse makineleşmeye geçmeye çalışmaları onların hem daha az çalıştığını, hem de daha az çalışmaya çalıştığını gösteriyor(üretimi arttırıp hızlandırmak da bir amaç). Ancak istenenin aksine, makineleşmeden sonra süreç başa döndü, yeni çalışma alanları işçi gereksinimi ve küreselleşmeyi getirdi. Bugün, buradan tekrar “eşek gibi çalışmama” yöntemi arıyor insanlık. Belki de bu, süregelen zamanda olduğu gibi tekrar bir eşek gibi çalışma dönemi getirecek ve niyet yine bu yönde değil. Muhtemelen o gün de bunu öngörmek zordu, bugün çok daha zor. Teknoloji, günümüzde etik vb. tüm kavramların önünde gidiyor ve insanın buna yetişmesi imkansız. Bu yüzden, bugünden yapılacak bir tahmin, iki ay sonra dahi epey yavan kalabilir. Bir geçiş döneminde olduğumuzu varsayarsak (olmayabilir) eşek gibi çalışmak, kırıcı. Hayatınızı buna adadıktan sonra ileride dalga geçilecek bir hale gelebilirsiniz.
            Edebiyat da tüm bu süreçten nasibini alıyor. İnternet sayesinde belki ürün arttı ama nitelik bakımından bir yavaşlama olduğu aşikar. Bir yazarın günümüze eğilip, içinden çıkamıyor oluşu daha bireysel ve çözümleme meraklısı romanı, deneysel çalışmaları ve dağınık ve arayışta olan şiiri getiriyor. Belki de yazar profilinin değişmesi gerek. Bilim-kurgu soğukluğunu seven yazarların günümüze bakışı daha kolayca olabilir. Çünkü çalışması ne denli rasyonel olursa olsun; bilim-kurgu veya tarihi çalışmalar yapmayan yazarın, güne dair bir duyarlılığı olmalı. Bu duyarlılık, duygusallık demek. Duygusal olanın günümüz yazınında yön bulması zor. Demem o ki, ya edebiyat birkaç yıl yahut çok çok uzun süre bu şekilde niteliği düşük olarak devam edecek, ya da birkaç çılgının başka fikirleri olacak. Ben karamsarım.

25 Ağu 2012

The Expendables 2


“Pop Corn Filmi” tabirinin en üst basamağında duran bir aksiyon The Expendables 2. Bugün, sinemada eli-yüzü düzgün bir film bulamadığımızdan tercihimiz oldu (uzun bir münakaşadan sonra).

Filmin konusunu yine birçok mecradan bulabileceğinizden atlıyorum. Zaten film aksiyon klişeleri üzerine kurulu. Fakat güzel olan, filmin aksiyon klişeleri üzerine olduğunu kabul ediyor olması. Sylvester Stallone, Jason Statham, Arnold Schwarzeneger, Bruce Willis, Jet Li, Chuck Norris, Jean Claude Van Damme gibi ünü azalmışı bol, dönemimin kahramanları oynuyor. Yıldızlar karması gibi olan bu kadroyla çok ciddi görünümlü bir iş yapmaya çalışmak fazla göze batabilirdi. Bu nedenle işin mizah kısmı da epey ön plana çıkarılıp, bahsettiğim klişelere eklenmiş.

Chuck Norris’in rolü harikaydı. Kendisiyle o denli dalga geçiliyor ki rol yapabilsin, iyi oynasın diye her sahneyi Okuma Bayramındaki Çocuğu izler gibi izledim.

Senaryoda ve yönetmenlikte mantık hataları ve kopukluklar olsa da, bunları göz ardı ederseniz film gayet güzel bir eğlencelik olmuş. Lakin film gişeye öyle bir oynamış ki, diğer tüm filmlerden ayrı bir kategoriye koymak gerekiyor.
Toparlama ihtiyacı duydum, sözlerimi tekrar ederekten:

Filmin olumlu yanları, bir klişe izletiyor olduğunun farkında olması, bu doğrultuda bol patlamalı, çok kurşunlu bir aksiyon izletmesi, bazen kötü esprilere maruz kalsak da, kahkaha attırabilen 3-4 sahnesi ve çocukluk idollerimi bir arada görmekti.

Olumsuz yanları ise, Amerikan Filmi Kuralları, bazen gerçekten de klişe olabilmesi, fazla karakter olmasından kaynaklanan dağınıklığı, senaryonun biraz üstün-körü ve kopuk olması, son olarak da yönetmenin 1-2 sahnede işi kotaramamasıydı.
           
            Eğlenmeye çalışırsanız, eğlendirir bu film.                                                                                              

Filmin Notu: 7.3 / 10

New York'ta Bir Ünlü (!?)


            Güzel bir deney, insanların ün ve parayla ne denli alakadar olduklarının bir kanıtı. Yalnız sonucu normal sayılabilir, zira insanın kafası en çok New York'ta karışır...

14 Ağu 2012

Incendies

        “Çocukluk boğaza saplanmış bir bıçak gibidir. Onu kolayca çıkaramazsınız.”

        Incendies, Kanada yapımı bir film. 2010’un En İyi Yabancı Film Oscar Adayı. Konusunu hafiften anlatayım, zira internette bulmak çok kolay değil:
  İki kardeş, annelerinin vasiyetinde bir kardeşleri ve babaları olduğunu öğreniyor. Bu ikisini aramaya, Lübnan’a; annelerinin eski memleketine gidiyorlar.

  Çok sıradan gibi gözüken bu konu, inanın filmin bir bölümünde de sırada gözüküyor. Sıcağı sıcağına söylemeliyim ki son yirmi dakika müthişti. Bazı Amerikan Filmi klişelerine hafiften güzel göndermeler yapan film, yine Amerikan Sineması’nın belirlediği bölüm ve sekansları kullanmamıştı. Örnekse, filmde hikaye daha çok bir roman tadında ilerledi. Yan karakterler, yan hikayeler, hikayenin ve temponun yükseltildiği veya dinlendirildiği anlar Amerikan Sineması’ndaki ticari kalıplarla yapılmamıştı. Film, çokça Batı Avrupa Sineması’nı, zaman zaman Amerikan Sineması’nı andıracak kadrajlar barındırıyordu. Yakın planlar boldu, bazı sahnelerde olaylar geride akarken biz salt karakteri gördük, aksiyon sahnelerinde özne “havaya uçan araba” değil, karakterdi. Bu gibi örnekler beni Batı Avrupa Sineması demeye itti.

  Oyunculuklar fena değildi. Çok iyi bulduğum tek oyuncu Jeanne Marwan karakterini canlandıran Mélissa Désormeaux-Poulin oldu. Bir iki sahnede açı ve ışık daha çok televizyon filmlerine benzediği için rahatsız etti, hikaye çok iyiydi fakat edebiyatı biraz daha güçlendirilebilirdi. Yine karakterler de biraz daha güçlendirilse, film daha etkili olabilirdi izleyenler üzerinde.


  Lübnan’ı izlemek, oradaki adetleri ve savaşı görmek bana pek enteresan gelmedi. Daha çok, filmin geçtiği diğer ülke olan Kanada’da,  Quebec’i beğendim. Hatta çok merak ettim açıkçası. Almanya’nın kuzey-doğusundaki sert, tek-düze yerleşimlere benziyordu (ülkece, tüm Almanya’yı öyle zannederek büyük bir yanılgıya düşüyoruz).

  Filmle ilgili en ufak ipucu verirsem aldığınız lezzet azalacaktır, bu yüzden o kısımları çok irdelemeden bitirmek istiyorum. Yalnız şunu da eklemeden geçemeyeceğim, bu senaryo bir İranlı yönetmenin eline geçse, Oscar mutlaka gelirmiş. İzleyin, izlettirin…

Filmin Notu: 8.6 / 10