Otoparktaki kulübe boştu. Bir müddet bekledik. Kimse
gelmedi. “Gidip bir sorayım” dedi babam. Jandarmalardan birine yöneldi. “Birazdan
gelecekmiş.” Kimse gelmedi.
Arabadan
tekrar çıktı ve tekrar sordu. “Kantine gitmiş herhalde.” Şoför mahalline oturduğu
an gözüktü görevli. Gereksiz bir neşe vardı üzerinde ve fosforlu, lacivert bir
yelek. “Abi bi çay alalım dedik de…” Elindeki plastik bardağa bakılırsa
doğruydu söylediği. “He, biz buranın kuralını bilmediğimiz için!...” Takındı
babam yabancı topraklardaki saf ve masumane tavrını.
Bomboş
otoparka arabayı bırakıp, demir kapıya yürüdük. Kimlik kontrolü. Yüzüne
pasaport uzatınca afalladı jandarma. “Kimliği bulamadım da…” Karşısında duran
şeyin bir pasaport olduğu ile bunu açıklayan cümlemi muhtemelen aynı anda idrak
etti beyni. “Sabah sabah bu ne gereksiz bürokrasi” tümcesini tek sözcükle
tonlayabildi; “Geç.”
Bir köy okulunun bahçesi gibiydi burası. Alelade, tek
katlı bir devlet binası. Merdivenleri çıktık, iki kanatlı cam kapı ardında
kadar açıktı, girdik. Rutubet kokusu, yerler gri-mermer. Sağ tarafta dandik,
ahşap kaplama olduğuna kendisi dahi inanmayan bir banko. Bankonun üzerinde
tavana dek küçük “pimapen” pencereler. Bazı pencerelerin üzerinde, birçok kâğıtlar…
Bankonun ardında oturan üç cezaevi memuru. Henüz kafamı diğer taraflara
çeviremeden, bir cep telefonu uzattı; saçı aylar önce sarıya boyanmış, cart
pembe hırkalı kadın. “Abi şu numarayı çevirir misin?” Pencerelerden birine
asılı kâğıdı gösteriyordu. “Tabi.” Tuş kilidiyle açmaya çalıştı. Kilit
sembolüne bastırdıkça, telefonun ekranı morarıyor, parmağının rengi açılıyordu.
Ben de bu cebelleşme sırasında kilidin “kaydırılarak” açıldığını anladım
açıkçası. “Kaydırıcaksınız sanırım.” Numarayı çevirdim ve kadın bahçeye çıktı.
Sol tarafta da banko-pencere kompozisyonu sürüyordu. Üç
ayrı bölüm vardı: Eşya bırakma, kantine para yatırma ve kantin –tek ve ufacık
pencere-. Karşılıklı banko-pencere israfından itibaren, yine sol tarafta üç
duvarlı bir girinti; bu üç duvar silme küçük-anahtarlı dolap. Girintinin
yanında; önünde bir memurun beklediği kapı. Bunların sağında, demin içeri girdiğimiz
kapının karşısında koridorumsu bir salon, duvarlara dayanmış sırtsız-aralıksız
banklar… Tam karşı duvarda iki tuvalet kapısı…
Birçok kâğıtları incelemeye koyulduk. Ziyaret günleri,
gerekli telefon numaraları, içeri girebilen hısımlar listesi… Listeye göre
içeri giremiyordum. Halam çoktan sıra numaramızı almıştı. “Neyse giremezsem
amcama söylersiniz, adımı yazdırsın. Haftaya girerim.” “Üç arkadaş” kontenjanından
yararlanmayı umuyordum. Babaannem çoktan gidip banklara oturmuştu. Tüm kamusal
alanlarda olduğu gibi, laflayabileceği birinin yanına… Sıramızı beklerken
yaklaştı babam “Acaba buradakilerin de akrabaları suçlu mudur? Genetik midir?” Şakayla
karışık suali galiba bizi kapsamıyordu. “Bilmem… Bazı suçlarda genetik
yatkınlık oluyo, seri katillerde mesela.”
Babam kantine –amcamın harcaması için- para yatırmaya
karar verdi, bu sırada bizim sıramız geldi ve halam üç memurlu bankonun ufak
penceresine kimliklerimizi uzattı. Babaannem ise yanında oturan kadına bir
şeyler anlatıp, gözyaşlarını ıslak mendille siliyordu. Ortada, ortalarında
ayaktaydım. Burayı algılamaya çalışıyordum.
İşini bitiren babamla, isimlerimizi yazdıran halamın
yanına dikildik. Memur da pasaportumu beğenmedi. “Ehliyet var?” “Ehliyet ver
ehliyet.” “Açık görüş ne zaman acaba?” Araya girdi babam. “Şurda yazıyo!” dedi
memur, pencerelerdeki kâğıtlar silsilesini işaret ederek. “Amcan mı?” “Evet.”
“Giremezsin!”
diyecek sandım. Başka bir şey sormadı. Retina taraması yaptırmamız gerekiyordu.
Kimliklerimizi kaydettikleri sırayla… Bankoya gömülü duran alet ve sandalye. Önce
halam oturdu. Tahayyül ettiğim kadar teknolojik değildi. Aletin kamerasına
bakıyordunuz, tepesinde “yeşil olması gereken” bir lamba ve aletten gelen komutlar…
“Yaklaşın.” Yeşil ışık ve deklanşör sesi.
Halam
bu sınavı hemen geçti. Sıra babaannemdeydi. Sandalyeye oturdu, kameraya eğildi,
eğildi ve eğildi. “Düşüceksin be!” Tuttu omuzlarından babaannemi, teknoloji ile
arasındaki köprü olan halam. Sonra babam ve ben de oturduk. Aslında kimliği
verme sırasına göre önce benim oturmam gerekiyordu.
Babaannem
geri döndü deminki kadının yanına. Halam ve ben de iliştik. Babaannem dert
yanmayı sürdürüyordu. Bizi içeri almalarını bekliyorduk. Yirmi mahkûmun
yakınlarını aynı anda alıyorlarmış, ziyaretteki diğer grup çıkınca…
Benim
yanıma da bir kadın oturdu. Kadının önüne, genç bir kız dikildi. Halam bu
sırada bir şeyler soruyordu bana “Senin ev ne oldu? Sattı mı ev sahibi?”
Yanımdakileri dinlemeye çalışıyordum. İlgisiz yanıtlar verip sohbete kulak
kesildim. “Benimki Kartal’daydı. Çok kötüydü orası. Dört hafta önce buraya
geçti. Şimdi çok memnun. Orası kötüymüş. Sizinki neden girdi?” Ayakta dikilen
kız, meğer eşiymiş birinin. Abisini filan içerde sanmıştım. “Bi tane tekel
bayiini üç kişi soymuş, benimki de o sırada sigara alıyomuş. Kamera kayıtları
var ama… Temyize gitti üç kere davası. Yine gitti işte, bekliyoruz. Sizinki?”
diye sordu söylediğine inanmadığım için vicdan azabı duyduğum kadın. “Bilişim
suçundan girdi.” dedi ve detay vermedi dikilen. Örtülü bir grup terapisiydi bu
bekleyiş, mahkûm yakınları arasında… Fazladan bilgi yoktu, kimse tam olarak
birbirini dinlemiyordu. Diyaloglar çarçabuk sona eriyordu.
Eşya
bırakma bankosuna kıyafetler bırakan kadına takıldı gözüm. Bembeyaz giyinmiş,
simsiyah makyaj yapmıştı. En azından bu rutubetli, devlet kokan müştemilat için
pek güzeldi. Neden bu denli süslenmişti? Neden buradaydı sevgilisi yahut eşi?
Biraz
daha bekledik. Önünde memur olan kapıdan mahkûm yakınları gelmeye başladı. “Bizi
alıcaklar şimdi. Saatinizi, cüzdanınızı filan verin.” Halam ayağa kalktı. Ufak
bir poşete doldurduk malvarlığımızı. Bir memur, içeri gireceklerin isimlerini
okumaya başladı. Her gruba bir dolap anahtarı verdi. Eşyaları koyduk, dolabı kilitledik
ve az önce insanların geldiği kapıdan girdik.
Gereksiz
bir boşluk vardı kapının ardında, bu boş salon, binadan çıkılan kapıya
açılıyordu. Çıktık. Arkadaki binaya yürüyorduk. İki binanın arasında koca-demir
kapılar, çevrede tepesi dikenli tellerle dolu yüksek duvarlar. Boş avludan,
arkadaki binaya geçtik.
Bir
x-ray cihazı. Ayakkabı-kemer çıkarma faslı. “Aa! Saatimi kolumda unutmuşum.”
Böylesi durumlarda, hata yapma görevini benden devralan babam. “Ben dolaba
bırakıp geliyim.” dedi halam ve önceki binadaki dolaba doğru koşmaya başladı.
Çok kalabalıktı. X-ray’i geçince, sağda retina taramasıyla çalışan bir turnike,
x-ray’in devamında ise kadınların üst araması için yapılan paravanlar…
Pek
tabi sıraya girilmedi ve retina taraması başladı. Yaşlılar, kadınlar. Araya
kaynamaya çalışan bir herife pek kıl oldu memur. Sona bıraktı. Babaannem geçti,
sıra bana geldi. Alet gözümü taramadı. “Sen bekle” dedi memur. Herkes geçti.
Kıl herif ve ben sona kaldık. Alet, ikimizin de gözünü tanıyamadı. “Siz tekrar
nizamiyeye gidin.” Burası, önceki binada gözümüzü tarattığımız yer olmalıydı. “Ben
gelicem şimdi.” diye bağırdım turnikenin ardında duran babamlara ve kıl herifle
nizamiyeye depar attık.
Pürtelaş
her şeyi tekrar yaptım, turnikeyi geçtim. Uzun bir koridor, koridorun sonunda,
bankta oturuyordu bizimkiler. “Ne bekliyosunuz?” “Birazdan geliceklermiş,
bizimki 9 numaraya gelicekmiş.” Bankın karşısında bir kapı varmış meğer,
görüşme içeride…
Bilindik
bir kapalı görüş ortamı… On dört adet banko, aralarında duvarlar. Bankonun iki
tarafında çakılı iki tabure, arada cam. Biz daha kalabalıktık, diğer yakınlara
nazaran. Bizimkiler banktan kalktı, görüşme salonunda duran tek banka
oturdular.
Herkes
bekliyordu kendi yakınını. Cam. İlk kez o zaman anladım: Amcam camın
ardındaydı. Geçemiyordu bu tarafa. Salonda yorucu bir enerji vardı. Herkeste
heyecan. “Gelicekler şimdi!!!” Haykırıyordu yanımdaki kadın. Bir yunus
gösterisindeydik sanki… Bir okuma bayramında veya… Camın ardı suyla doluydu.
Yunuslar gelecekti… Alkışlayacaktık… Hınca hınç… “Bu taraftan gelecekler!!” Sol
tarafı gösteriyordu başka biri, birinci bankonun ardını. Geri çekilince; yani
bizimkilerin oturduğu banktan görülüyordu bütün camlar. “Önce ben konuşayım.” dedi
babam.
“Geliyorlar!!!”
Gözüktü amcam. Henüz birinci bankonun ardından görmüştü bizi. Oturdu 9
numaraya. Babam da karşısına. Telefonları aldılar. Halam ve ben de yanına
dikildik babamın. El sallaştık gülerek. Bizi gördüğü için mutluydu amcam. “Bu
tarafa” geçemediği için mutsuzdu. “Bu taraf” eğdi kafasını amcamın. Fazla duygu…
Halamla bana bakamadı bir süre. Babamla konuştukları duyulmuyordu. Salonda
bütün gürültüler birbirine karışıyordu. Halam beni çekti kolumdan. “Gel biz
uzağa gidelim.” “Neden?” “Belki biz dinlemezsek babana anlatır…”
Babamla
bir şeyler konuştular. Soldan sağa kayıyordu amcamın gözleri, hüzünlü bir kör
misali. Gözlerim doldu, arkamı dönüp soğuk duvarlara baktım. Bankta oturan
babaannemin de gözleri doluydu, yanımda duran halamın da.
Babam
kalktı biraz sonra. “Sen otur.” dedim halama. Halam oturdu, yanına dikildim.
Tekrar el sallaştık amcamla. Gülerek. Halam telefonu aldı ve seslendi her
zamanki gibi amcama “Loş’um.” Duyar duymaz, ablasının en sevdiği eşyasını
kırmış gibi baktı halamın gözlerine amcam. Başını önüne eğdi ve ağlamaya
başladı. Halam da… Tekrar gözlerim doldu. Uzaklaştım. Fark ettim ki, babamın da
gözleri ıslak. Hayatında ilk kez... Döndüm gözlerim kuruyunca. “Ne yapıyorsun?
Bir şey lazım mı? Üşüyor musun?” soruyordu halam.
Kalktı.
Ben oturdum, telefonu aldım. “Amca!” “N’aber B.?” “İyiyim amca sen?” “İyiyim.
Görüyor musun ya? Saçma sapan düştük buraya. Yıllar önce ödenmemiş bir borç
vardı… Sen ne yaptın?” “İyi işte… Aynı. Uğraşıyoruz.” “T. N’apıyor?” “İyi o da,
sınavları var işte, onlarla uğraşıyo. Oyun oynuyo bütün gün bilgisayar da.
Okulu var diye gelmedi.” “He, yok yahu okulu var gelmesin zaten. Gördün mü
hakem nası vermedi penaltımızı?” “Sorma ya, sen izleyebiliyor musun maçları?” “Var
televizyon, maçları veriyor izliyoruz. Karadayı’yı izliyolar, Medcezir’i izliyolar…
Ben de bakıyorum. Onun dışında hep vurdulu-kırdılı şeyler açıyolar.” “Bi şey
lazım mı amca? Lazımsa getireyim?” “Yok yok sağol. Eşya getirdi şey…” “Getiririm
yahu, araba var bir şey olmaz.” Eğildi öne doğru amcam: “Çok soğuk oluyo B..
İki tane iç donu, iki tane yünlü üst içlik. Bi tane kalın eşofman. Bi tane de
böyle kapşonlu üst kalın.” Eliyle kapşonu tasvirinden belliydi çok üşüdüğü. “Yerde
yatıyorum. Çok soğuk oluyor gece. Kalorifer de küçücük.” “Tamam amca ben
getiririm merak etme.” “Acele etme ama. Haftaya getirirsin.” “Ya yarın
getiririm bir şey olmaz.” “Yok yok haftaya gelirken getir, o kadar yolu tepme
boşuna.” “Bir şey olmaz amca ya… Arkadaş edindin mi? Neler yapıyosun?” “Edindim,
iki-üç tane iyi çocuk var. Onlarla konuşuyoruz. Gazete okuyorum. İşte
televizyona bakıyorum arada.” “İyi bari var televizyon filan.” “Var, bizim iki
katlı hücre. Alt kat oturma yeri, üst katta yataklar var. Ama 10 kişilik yerde
24 kişi kalıyoruz. Uyuyamıyorum bir de. Gece horlayanlar çok, gündüz de namaz
kılanlar vs. oluyor, gürültülü…”
Bir
süre sohbet ettik ve vedalaştık. Babam “Dur ben bi şey söyliycem!” deyip aldı
telefonu. Babaannem uzaktan, oturduğu banktan bakıyordu hala. Az sonra tek
cümle söyleyecekti ve amcam kalkıp gidecekti hışımla…