1 Haz 2014

Bu Taraf

            Otoparktaki kulübe boştu. Bir müddet bekledik. Kimse gelmedi. “Gidip bir sorayım” dedi babam. Jandarmalardan birine yöneldi. “Birazdan gelecekmiş.” Kimse gelmedi.

Arabadan tekrar çıktı ve tekrar sordu. “Kantine gitmiş herhalde.” Şoför mahalline oturduğu an gözüktü görevli. Gereksiz bir neşe vardı üzerinde ve fosforlu, lacivert bir yelek. “Abi bi çay alalım dedik de…” Elindeki plastik bardağa bakılırsa doğruydu söylediği. “He, biz buranın kuralını bilmediğimiz için!...” Takındı babam yabancı topraklardaki saf ve masumane tavrını.

Bomboş otoparka arabayı bırakıp, demir kapıya yürüdük. Kimlik kontrolü. Yüzüne pasaport uzatınca afalladı jandarma. “Kimliği bulamadım da…” Karşısında duran şeyin bir pasaport olduğu ile bunu açıklayan cümlemi muhtemelen aynı anda idrak etti beyni. “Sabah sabah bu ne gereksiz bürokrasi” tümcesini tek sözcükle tonlayabildi; “Geç.”

            Bir köy okulunun bahçesi gibiydi burası. Alelade, tek katlı bir devlet binası. Merdivenleri çıktık, iki kanatlı cam kapı ardında kadar açıktı, girdik. Rutubet kokusu, yerler gri-mermer. Sağ tarafta dandik, ahşap kaplama olduğuna kendisi dahi inanmayan bir banko. Bankonun üzerinde tavana dek küçük “pimapen” pencereler. Bazı pencerelerin üzerinde, birçok kâğıtlar… Bankonun ardında oturan üç cezaevi memuru. Henüz kafamı diğer taraflara çeviremeden, bir cep telefonu uzattı; saçı aylar önce sarıya boyanmış, cart pembe hırkalı kadın. “Abi şu numarayı çevirir misin?” Pencerelerden birine asılı kâğıdı gösteriyordu. “Tabi.” Tuş kilidiyle açmaya çalıştı. Kilit sembolüne bastırdıkça, telefonun ekranı morarıyor, parmağının rengi açılıyordu. Ben de bu cebelleşme sırasında kilidin “kaydırılarak” açıldığını anladım açıkçası. “Kaydırıcaksınız sanırım.” Numarayı çevirdim ve kadın bahçeye çıktı.

            Sol tarafta da banko-pencere kompozisyonu sürüyordu. Üç ayrı bölüm vardı: Eşya bırakma, kantine para yatırma ve kantin –tek ve ufacık pencere-. Karşılıklı banko-pencere israfından itibaren, yine sol tarafta üç duvarlı bir girinti; bu üç duvar silme küçük-anahtarlı dolap. Girintinin yanında; önünde bir memurun beklediği kapı. Bunların sağında, demin içeri girdiğimiz kapının karşısında koridorumsu bir salon, duvarlara dayanmış sırtsız-aralıksız banklar… Tam karşı duvarda iki tuvalet kapısı…

            Birçok kâğıtları incelemeye koyulduk. Ziyaret günleri, gerekli telefon numaraları, içeri girebilen hısımlar listesi… Listeye göre içeri giremiyordum. Halam çoktan sıra numaramızı almıştı. “Neyse giremezsem amcama söylersiniz, adımı yazdırsın. Haftaya girerim.” “Üç arkadaş” kontenjanından yararlanmayı umuyordum. Babaannem çoktan gidip banklara oturmuştu. Tüm kamusal alanlarda olduğu gibi, laflayabileceği birinin yanına… Sıramızı beklerken yaklaştı babam “Acaba buradakilerin de akrabaları suçlu mudur? Genetik midir?” Şakayla karışık suali galiba bizi kapsamıyordu. “Bilmem… Bazı suçlarda genetik yatkınlık oluyo, seri katillerde mesela.”

            Babam kantine –amcamın harcaması için- para yatırmaya karar verdi, bu sırada bizim sıramız geldi ve halam üç memurlu bankonun ufak penceresine kimliklerimizi uzattı. Babaannem ise yanında oturan kadına bir şeyler anlatıp, gözyaşlarını ıslak mendille siliyordu. Ortada, ortalarında ayaktaydım. Burayı algılamaya çalışıyordum.

            İşini bitiren babamla, isimlerimizi yazdıran halamın yanına dikildik. Memur da pasaportumu beğenmedi. “Ehliyet var?” “Ehliyet ver ehliyet.” “Açık görüş ne zaman acaba?” Araya girdi babam. “Şurda yazıyo!” dedi memur, pencerelerdeki kâğıtlar silsilesini işaret ederek. “Amcan mı?” “Evet.”

“Giremezsin!” diyecek sandım. Başka bir şey sormadı. Retina taraması yaptırmamız gerekiyordu. Kimliklerimizi kaydettikleri sırayla… Bankoya gömülü duran alet ve sandalye. Önce halam oturdu. Tahayyül ettiğim kadar teknolojik değildi. Aletin kamerasına bakıyordunuz, tepesinde “yeşil olması gereken” bir lamba ve aletten gelen komutlar… “Yaklaşın.” Yeşil ışık ve deklanşör sesi.

Halam bu sınavı hemen geçti. Sıra babaannemdeydi. Sandalyeye oturdu, kameraya eğildi, eğildi ve eğildi. “Düşüceksin be!” Tuttu omuzlarından babaannemi, teknoloji ile arasındaki köprü olan halam. Sonra babam ve ben de oturduk. Aslında kimliği verme sırasına göre önce benim oturmam gerekiyordu.

Babaannem geri döndü deminki kadının yanına. Halam ve ben de iliştik. Babaannem dert yanmayı sürdürüyordu. Bizi içeri almalarını bekliyorduk. Yirmi mahkûmun yakınlarını aynı anda alıyorlarmış, ziyaretteki diğer grup çıkınca…

Benim yanıma da bir kadın oturdu. Kadının önüne, genç bir kız dikildi. Halam bu sırada bir şeyler soruyordu bana “Senin ev ne oldu? Sattı mı ev sahibi?” Yanımdakileri dinlemeye çalışıyordum. İlgisiz yanıtlar verip sohbete kulak kesildim. “Benimki Kartal’daydı. Çok kötüydü orası. Dört hafta önce buraya geçti. Şimdi çok memnun. Orası kötüymüş. Sizinki neden girdi?” Ayakta dikilen kız, meğer eşiymiş birinin. Abisini filan içerde sanmıştım. “Bi tane tekel bayiini üç kişi soymuş, benimki de o sırada sigara alıyomuş. Kamera kayıtları var ama… Temyize gitti üç kere davası. Yine gitti işte, bekliyoruz. Sizinki?” diye sordu söylediğine inanmadığım için vicdan azabı duyduğum kadın. “Bilişim suçundan girdi.” dedi ve detay vermedi dikilen. Örtülü bir grup terapisiydi bu bekleyiş, mahkûm yakınları arasında… Fazladan bilgi yoktu, kimse tam olarak birbirini dinlemiyordu. Diyaloglar çarçabuk sona eriyordu.

Eşya bırakma bankosuna kıyafetler bırakan kadına takıldı gözüm. Bembeyaz giyinmiş, simsiyah makyaj yapmıştı. En azından bu rutubetli, devlet kokan müştemilat için pek güzeldi. Neden bu denli süslenmişti? Neden buradaydı sevgilisi yahut eşi?

Biraz daha bekledik. Önünde memur olan kapıdan mahkûm yakınları gelmeye başladı. “Bizi alıcaklar şimdi. Saatinizi, cüzdanınızı filan verin.” Halam ayağa kalktı. Ufak bir poşete doldurduk malvarlığımızı. Bir memur, içeri gireceklerin isimlerini okumaya başladı. Her gruba bir dolap anahtarı verdi. Eşyaları koyduk, dolabı kilitledik ve az önce insanların geldiği kapıdan girdik.

Gereksiz bir boşluk vardı kapının ardında, bu boş salon, binadan çıkılan kapıya açılıyordu. Çıktık. Arkadaki binaya yürüyorduk. İki binanın arasında koca-demir kapılar, çevrede tepesi dikenli tellerle dolu yüksek duvarlar. Boş avludan, arkadaki binaya geçtik.

Bir x-ray cihazı. Ayakkabı-kemer çıkarma faslı. “Aa! Saatimi kolumda unutmuşum.” Böylesi durumlarda, hata yapma görevini benden devralan babam. “Ben dolaba bırakıp geliyim.” dedi halam ve önceki binadaki dolaba doğru koşmaya başladı. Çok kalabalıktı. X-ray’i geçince, sağda retina taramasıyla çalışan bir turnike, x-ray’in devamında ise kadınların üst araması için yapılan paravanlar…

Pek tabi sıraya girilmedi ve retina taraması başladı. Yaşlılar, kadınlar. Araya kaynamaya çalışan bir herife pek kıl oldu memur. Sona bıraktı. Babaannem geçti, sıra bana geldi. Alet gözümü taramadı. “Sen bekle” dedi memur. Herkes geçti. Kıl herif ve ben sona kaldık. Alet, ikimizin de gözünü tanıyamadı. “Siz tekrar nizamiyeye gidin.” Burası, önceki binada gözümüzü tarattığımız yer olmalıydı. “Ben gelicem şimdi.” diye bağırdım turnikenin ardında duran babamlara ve kıl herifle nizamiyeye depar attık.

Pürtelaş her şeyi tekrar yaptım, turnikeyi geçtim. Uzun bir koridor, koridorun sonunda, bankta oturuyordu bizimkiler. “Ne bekliyosunuz?” “Birazdan geliceklermiş, bizimki 9 numaraya gelicekmiş.” Bankın karşısında bir kapı varmış meğer, görüşme içeride…

Bilindik bir kapalı görüş ortamı… On dört adet banko, aralarında duvarlar. Bankonun iki tarafında çakılı iki tabure, arada cam. Biz daha kalabalıktık, diğer yakınlara nazaran. Bizimkiler banktan kalktı, görüşme salonunda duran tek banka oturdular.

Herkes bekliyordu kendi yakınını. Cam. İlk kez o zaman anladım: Amcam camın ardındaydı. Geçemiyordu bu tarafa. Salonda yorucu bir enerji vardı. Herkeste heyecan. “Gelicekler şimdi!!!” Haykırıyordu yanımdaki kadın. Bir yunus gösterisindeydik sanki… Bir okuma bayramında veya… Camın ardı suyla doluydu. Yunuslar gelecekti… Alkışlayacaktık… Hınca hınç… “Bu taraftan gelecekler!!” Sol tarafı gösteriyordu başka biri, birinci bankonun ardını. Geri çekilince; yani bizimkilerin oturduğu banktan görülüyordu bütün camlar. “Önce ben konuşayım.” dedi babam.

“Geliyorlar!!!” Gözüktü amcam. Henüz birinci bankonun ardından görmüştü bizi. Oturdu 9 numaraya. Babam da karşısına. Telefonları aldılar. Halam ve ben de yanına dikildik babamın. El sallaştık gülerek. Bizi gördüğü için mutluydu amcam. “Bu tarafa” geçemediği için mutsuzdu. “Bu taraf” eğdi kafasını amcamın. Fazla duygu… Halamla bana bakamadı bir süre. Babamla konuştukları duyulmuyordu. Salonda bütün gürültüler birbirine karışıyordu. Halam beni çekti kolumdan. “Gel biz uzağa gidelim.” “Neden?” “Belki biz dinlemezsek babana anlatır…”

Babamla bir şeyler konuştular. Soldan sağa kayıyordu amcamın gözleri, hüzünlü bir kör misali. Gözlerim doldu, arkamı dönüp soğuk duvarlara baktım. Bankta oturan babaannemin de gözleri doluydu, yanımda duran halamın da.

Babam kalktı biraz sonra. “Sen otur.” dedim halama. Halam oturdu, yanına dikildim. Tekrar el sallaştık amcamla. Gülerek. Halam telefonu aldı ve seslendi her zamanki gibi amcama “Loş’um.” Duyar duymaz, ablasının en sevdiği eşyasını kırmış gibi baktı halamın gözlerine amcam. Başını önüne eğdi ve ağlamaya başladı. Halam da… Tekrar gözlerim doldu. Uzaklaştım. Fark ettim ki, babamın da gözleri ıslak. Hayatında ilk kez... Döndüm gözlerim kuruyunca. “Ne yapıyorsun? Bir şey lazım mı? Üşüyor musun?” soruyordu halam.

Kalktı. Ben oturdum, telefonu aldım. “Amca!” “N’aber B.?” “İyiyim amca sen?” “İyiyim. Görüyor musun ya? Saçma sapan düştük buraya. Yıllar önce ödenmemiş bir borç vardı… Sen ne yaptın?” “İyi işte… Aynı. Uğraşıyoruz.” “T. N’apıyor?” “İyi o da, sınavları var işte, onlarla uğraşıyo. Oyun oynuyo bütün gün bilgisayar da. Okulu var diye gelmedi.” “He, yok yahu okulu var gelmesin zaten. Gördün mü hakem nası vermedi penaltımızı?” “Sorma ya, sen izleyebiliyor musun maçları?” “Var televizyon, maçları veriyor izliyoruz. Karadayı’yı izliyolar, Medcezir’i izliyolar… Ben de bakıyorum. Onun dışında hep vurdulu-kırdılı şeyler açıyolar.” “Bi şey lazım mı amca? Lazımsa getireyim?” “Yok yok sağol. Eşya getirdi şey…” “Getiririm yahu, araba var bir şey olmaz.” Eğildi öne doğru amcam: “Çok soğuk oluyo B.. İki tane iç donu, iki tane yünlü üst içlik. Bi tane kalın eşofman. Bi tane de böyle kapşonlu üst kalın.” Eliyle kapşonu tasvirinden belliydi çok üşüdüğü. “Yerde yatıyorum. Çok soğuk oluyor gece. Kalorifer de küçücük.” “Tamam amca ben getiririm merak etme.” “Acele etme ama. Haftaya getirirsin.” “Ya yarın getiririm bir şey olmaz.” “Yok yok haftaya gelirken getir, o kadar yolu tepme boşuna.” “Bir şey olmaz amca ya… Arkadaş edindin mi? Neler yapıyosun?” “Edindim, iki-üç tane iyi çocuk var. Onlarla konuşuyoruz. Gazete okuyorum. İşte televizyona bakıyorum arada.” “İyi bari var televizyon filan.” “Var, bizim iki katlı hücre. Alt kat oturma yeri, üst katta yataklar var. Ama 10 kişilik yerde 24 kişi kalıyoruz. Uyuyamıyorum bir de. Gece horlayanlar çok, gündüz de namaz kılanlar vs. oluyor, gürültülü…”

Bir süre sohbet ettik ve vedalaştık. Babam “Dur ben bi şey söyliycem!” deyip aldı telefonu. Babaannem uzaktan, oturduğu banktan bakıyordu hala. Az sonra tek cümle söyleyecekti ve amcam kalkıp gidecekti hışımla…