25 Ağu 2012

The Expendables 2


“Pop Corn Filmi” tabirinin en üst basamağında duran bir aksiyon The Expendables 2. Bugün, sinemada eli-yüzü düzgün bir film bulamadığımızdan tercihimiz oldu (uzun bir münakaşadan sonra).

Filmin konusunu yine birçok mecradan bulabileceğinizden atlıyorum. Zaten film aksiyon klişeleri üzerine kurulu. Fakat güzel olan, filmin aksiyon klişeleri üzerine olduğunu kabul ediyor olması. Sylvester Stallone, Jason Statham, Arnold Schwarzeneger, Bruce Willis, Jet Li, Chuck Norris, Jean Claude Van Damme gibi ünü azalmışı bol, dönemimin kahramanları oynuyor. Yıldızlar karması gibi olan bu kadroyla çok ciddi görünümlü bir iş yapmaya çalışmak fazla göze batabilirdi. Bu nedenle işin mizah kısmı da epey ön plana çıkarılıp, bahsettiğim klişelere eklenmiş.

Chuck Norris’in rolü harikaydı. Kendisiyle o denli dalga geçiliyor ki rol yapabilsin, iyi oynasın diye her sahneyi Okuma Bayramındaki Çocuğu izler gibi izledim.

Senaryoda ve yönetmenlikte mantık hataları ve kopukluklar olsa da, bunları göz ardı ederseniz film gayet güzel bir eğlencelik olmuş. Lakin film gişeye öyle bir oynamış ki, diğer tüm filmlerden ayrı bir kategoriye koymak gerekiyor.
Toparlama ihtiyacı duydum, sözlerimi tekrar ederekten:

Filmin olumlu yanları, bir klişe izletiyor olduğunun farkında olması, bu doğrultuda bol patlamalı, çok kurşunlu bir aksiyon izletmesi, bazen kötü esprilere maruz kalsak da, kahkaha attırabilen 3-4 sahnesi ve çocukluk idollerimi bir arada görmekti.

Olumsuz yanları ise, Amerikan Filmi Kuralları, bazen gerçekten de klişe olabilmesi, fazla karakter olmasından kaynaklanan dağınıklığı, senaryonun biraz üstün-körü ve kopuk olması, son olarak da yönetmenin 1-2 sahnede işi kotaramamasıydı.
           
            Eğlenmeye çalışırsanız, eğlendirir bu film.                                                                                              

Filmin Notu: 7.3 / 10

New York'ta Bir Ünlü (!?)


            Güzel bir deney, insanların ün ve parayla ne denli alakadar olduklarının bir kanıtı. Yalnız sonucu normal sayılabilir, zira insanın kafası en çok New York'ta karışır...

14 Ağu 2012

Incendies

        “Çocukluk boğaza saplanmış bir bıçak gibidir. Onu kolayca çıkaramazsınız.”

        Incendies, Kanada yapımı bir film. 2010’un En İyi Yabancı Film Oscar Adayı. Konusunu hafiften anlatayım, zira internette bulmak çok kolay değil:
  İki kardeş, annelerinin vasiyetinde bir kardeşleri ve babaları olduğunu öğreniyor. Bu ikisini aramaya, Lübnan’a; annelerinin eski memleketine gidiyorlar.

  Çok sıradan gibi gözüken bu konu, inanın filmin bir bölümünde de sırada gözüküyor. Sıcağı sıcağına söylemeliyim ki son yirmi dakika müthişti. Bazı Amerikan Filmi klişelerine hafiften güzel göndermeler yapan film, yine Amerikan Sineması’nın belirlediği bölüm ve sekansları kullanmamıştı. Örnekse, filmde hikaye daha çok bir roman tadında ilerledi. Yan karakterler, yan hikayeler, hikayenin ve temponun yükseltildiği veya dinlendirildiği anlar Amerikan Sineması’ndaki ticari kalıplarla yapılmamıştı. Film, çokça Batı Avrupa Sineması’nı, zaman zaman Amerikan Sineması’nı andıracak kadrajlar barındırıyordu. Yakın planlar boldu, bazı sahnelerde olaylar geride akarken biz salt karakteri gördük, aksiyon sahnelerinde özne “havaya uçan araba” değil, karakterdi. Bu gibi örnekler beni Batı Avrupa Sineması demeye itti.

  Oyunculuklar fena değildi. Çok iyi bulduğum tek oyuncu Jeanne Marwan karakterini canlandıran Mélissa Désormeaux-Poulin oldu. Bir iki sahnede açı ve ışık daha çok televizyon filmlerine benzediği için rahatsız etti, hikaye çok iyiydi fakat edebiyatı biraz daha güçlendirilebilirdi. Yine karakterler de biraz daha güçlendirilse, film daha etkili olabilirdi izleyenler üzerinde.


  Lübnan’ı izlemek, oradaki adetleri ve savaşı görmek bana pek enteresan gelmedi. Daha çok, filmin geçtiği diğer ülke olan Kanada’da,  Quebec’i beğendim. Hatta çok merak ettim açıkçası. Almanya’nın kuzey-doğusundaki sert, tek-düze yerleşimlere benziyordu (ülkece, tüm Almanya’yı öyle zannederek büyük bir yanılgıya düşüyoruz).

  Filmle ilgili en ufak ipucu verirsem aldığınız lezzet azalacaktır, bu yüzden o kısımları çok irdelemeden bitirmek istiyorum. Yalnız şunu da eklemeden geçemeyeceğim, bu senaryo bir İranlı yönetmenin eline geçse, Oscar mutlaka gelirmiş. İzleyin, izlettirin…

Filmin Notu: 8.6 / 10

12 Ağu 2012

Madonna


             Madonna'nın sahip olduğum tek albümüdür Ray of Light. En iyi albüm dalında Grammy ödülünün sahibidir. Grammy demişken, eskiden farklı olmaya çalışmadan farklı olanlara verilirdi bu. Artık tahmin edebileceğimiz sınırlar içinde farklılıkları olanlara veriliyor. Santana'nın Supernatural albümü mesela... Yine Madonna'nın bu albümü gibi ödül avcısıydı. Standardı o kadar yüksek ki bu albümlerin, içinde "iyi" diyebileceğim bir şarkı yok.

             Bu albüm, benim için biraz Sezen Aksu şarkıları gibidir. Her daim, her duygu-duruma uygun farklı bir şarkı mevcuttur. Paylaşmış olduğum To Have And Not To Hold şarkısının yazarı Rick Nowels, Mel C'nin bir dönem dilime dolanan I Turn To You isimli şarkısını ve Dido'dan White Flag'ı da yazmış. Sitesine bakınca anlıyoruz ki kendisi mühim şarkılara imza atmış. Dido'nun White Flag'ının bulunduğu Life For Rent de epey ilham verici bir albümdür yeri gelmişken...

             Diyeceğim o ki, Ray of Light; hayatımda dinlediğim en etkileyici (salt müzik açısından değil, hayata bakışım açısından) ve en iyi 3 albümden biridir. İçinde şöyle sözler bulunduran bu şarkıya şarkıya sahiptir yahu, daha ne olsun:

to look but not to see 
to kiss but never be 
the object of your desire 
i`m walking on a wire 
and there`s no one at all 
to break my fall 




11 Ağu 2012

Coca Cola ve Kutup Ayısı

Shakespeare hayatında hiç Bedevi görmüş müdür?

Çocukken oynadığımız SimCity oyunlarında arayıp da bulamadığımız kadar düz bir yer Dubai. Zamanın daha hızlı aktığı bir dönemde bulunması ona nihai “yapaylık” damgalıyor. Uzaktakiler için (zaman daha hızlı da akana dek) daima bir “çöl” imgesi yaratacak. Ne batı ne de doğu çölle yaşamayı bildiği için “çöl” hep bir aşağılama sözcüğü olacak. İnsanlar geçmişlerini unutup Dubai’ye laf edecekler. Kentler, metropoller sanki hep varmış gibi. Kendilerinden uzak olanı yadırgayıp aşağılayacaklar. Egonun uzak olana tepkisi genelde buna yönelmiştir.
Yine de insanların tamamı da haksız değil. Dubai petrolün nelere kadir olduğunun “ufak” bir örneği. Aparkat gücündeki bu emirlik, bazen öyle abartılı ki gerçeklik algısını kırıyor insanın ve kendinize uzak bulup aşağılıyorsunuz. Olumlu anlamda söylemiyorum bunu. Kentin yapısı, sıcaktan dolayı “sokak” duygusuna elverişli değil. Sokaksız bir şehir (emirlik-kent) susamsız simide benziyor. Susamsız simide başka bir isim koymalı...

Sadede gidelim; bu kentte yaptığımız “çöl safarisi”nde; çölün ortasında oturan bir Bedevi görmüştüm. Adamın montajla oraya konulmuş misali görüntüsünü görene kadar, çölün içinde yaşanılabilen bir şey olduğunu hiç düşünmemiştim. Uzaktan bakıldığında Aborjinlere benzeyen bir hayatı var Bedevilerin. Göçebe ve “çoğunluk”tan farklı. “Laflamak” kültürlerinde yoktur. Boş kaldıklarında susarlar. Çöllere su kuyuları açarlar. Olmamanın içindeki olmaktır Bedevilik. Shakespeare aforizmasının ne denli doğru bir yere gittiğine şahit olup mutlu mu olurdu Bedevileri gördüğünde, yoksa varlığı daha derinden sorgulayacak bir cümle mi kurardı bilinmez… Fakat insanın şahane yanılgılarının sessiz bir kanıtıdır bu yaşayış. Yine insanın, eşyanın tabiatını zıtlığını vurgular tüfek kullanması Bedevilerin. Bill Clinton’ın danışmanı der ki; bir toplumu asimile etmek istiyorsanız, onları verdiğiniz aletlerle (icatlarla) demoralize edin.

Bedevilerle ilgili daha geniş kapsamlı kaynaklara ulaşabilirsem, bulgularımı paylaşacağım. Bitip, Çoğunluk’a karışmaları yakındır. Çoğunluk ne güzel filmdir… Andy Warhol hiçliği nasıl hayatın merkezine koymuştur…

Andy Warhol Felsefesi’ne yakın zamanda değineceğim. Durduğu yer, yaşadığı tarih ve yaptıkları bugünü şekillendirmiştir. Kapitalizm ve karşısındakilerin kanatları altında durduğu tek kişidir (şey) Warhol. Patti Smith’in edebi bir başyapıt olan Çoluk Çocuk kitabında rastlamıştım kendisine. Bir adamı uyurken çektiği uzun metrajı ve bugüne dek gelen Coca Cola şişesi tasarımı kendi içindeki dialektiği anlatmaya yeter.


Andy Warhol’un hayatın merkezine koyduğu “hiçlik”, Bedeviler için her şey ve Shakespeare için belki “Kabuslarımızda kahkaha atan insanlar”dı Bedeviler. Çeşitli sosyal rahatsızlıkları olan Warhol’un hiçlik deyip kendini rahatlattığı, Shakespeare’in bütün sıkıntısı ve Bedevilerin alışılagelmişi, tüm hayatı bu.... Bilmem anlatabildim mi…

5 Ağu 2012

Kalifornikasyon



            Hayat Dükkanı deyince esinti yaptı. Nedenini anlayamadım. En sevdiğim kliplerden biridir. Çıktığında televizyonun karşısına kilitlenirdim. Vesileyle, sözlerini de ezberledim. İngilizce ezberlediğim ilk şarkıdır. Klibi görünce hala gözümü ekrandan ayıramıyorum.

            Red Hot Chili Peppers - Californication


Hayat Dükkanı


Hayatın bir dükkanı olsaydı müdavimlerinden biri olurdum. Aynanın karşısında durup üzerimdeki pastel-turuncu tişörte bakardım: Omuzları epey sarkmış, içinde kaybolmuşum… “Bir beden küçüğü var mı?” Lakin tezgahtar daha çok takım elbise bölümündeki kodamanlarla ilgilenirdi. İlgi çekememek ve üzerime bir şey alma gereksinimi birleşirdi: “Hmm. Giyilir mi lan bu?” Başta oldurmaya çalışırdım. “Giyilir lan aslında… Kollarını kıvırırım… Hem biraz bol olsun…” Kararsızca, pahalı kıyafetlerin arasında gezinip tekrar aynaya gelir, acı gerçekle yüzleşirdim: “Oha, yok lan çok bol giyilmez bu” Derhal bir tezgahtar aramaya koyulurdum. Muhtemelen bulunduğum katta bir tezgahtara rastlayamazdım. Aşağı iner, etrafta tezgahtar aradıktan sonra soluğu kasadaki tezgahtarın yanında alırdım: “Pardon bakar mısınız? Bunun bir küçüğü yok mu? Pardon!” Tezgahtar isteksizce kafasını çevirip “Beyefendi yukarıdaki arkadaşlarıma danışabilir misiniz? Ben oraya bakmıyorum.”


Yürüyen merdivenler… Başım eğik, yukarıda da çaresizce tezgahtar arayıp, bu sefer yukarıdaki kasaya giderdim. “Pardon! Bu tişörtün…!” Tezgahtar umursamazdı. O sırada işini gördüğü adam bana bakıp gülümserdi; aşağılamak için. İnsanın komik bir şey olmadığında gülümsemesi oldukça yersizdir. Mamafih, insanlar buna bayılır…

Patlardım: “Yarım saattir bir tezgahtar arıyorum!! O zaman buraya çağırın arkadaşlarınızdan birini!!” Arkadaşlarınızdan biri… Sinirlendiğimde bunun gibi gereksiz eklentiler yaparım cümlelerime. Bu küçük ve tesirsiz patlama demin bana gülümseyen hergelenin egosunu iyice tatmin ederdi. Onun arkasında sıra bekleyen çift ise aralarında gülüşürdü. Tezgahtar, olabildiğince umursamaz bir tavırla “Ayhan, Ayhan!” diye seslenirdi uzağa. Ayhan gelir mi, tişörtün bir küçüğü var mı; bilemem… Yok, sanırım biliyorum. Başka bir renk ve çizgili bir tişörtün “Medium” bedeniyle çıkardım dükkandan. Turuncu tişörtün bedeni kalmadığı için mi, yoksa turuncunun bedenini ararken gözüme takıldığı için mi; işte bunu gerçekten bilmiyorum.