15 Mar 2014

Vasat ve İyiler


           Usame Bin Ladin’in yakalanışını anlatıyor Zero Dark Thirty. The Help’te pek beğendiğim Jessica Chastain, bu filmde de iyi fakat kadife bileklerinin hünerlerini dökmemiş ortaya. A Hurt Locker’dan milliyetçi olduğunu gayet iyi anladığımız Kathryn Bigelow yönetmiş bu filmi.

            Bigelow’un hangi konuları manipüle ettiğini anlayabilmek için iki Usame belgeseli izledim. Usame tarafındaki her şeyi manipüle etmiş. Buna yakalandığı operasyonun birçok detayı dahil, spoiler vermemek için anlatamıyorum. Lakin bu detaylara değin fikir vermek açısından; A.B.D. ordusunun ilk kez kullandığı bir askeri teçhizat var operasyon sırasında, bunun başına bir şey geliyor filmde, heh, gerçek operasyon sırasında da bir şey gelmiş ancak filmde anlatılandan farklı. Bigelow, A.B.D. ordusunun aptallıklarını böylesi makyajlarla kapatmış. Ayrıca altınız çizmeden geçemeyeceğim, Bin Ladin’in cesedi veya cesedinin fotoğrafı ortalarda yok. Filmde bunun manipüle edilmeye çalışılmasını anlayamadım.

            Bigelow olaya tamamen kendi tarafından bakmış. Karşı tarafın bakış açısına dair hiçbir emare yok. Usame, yüzde yüz kötü bir adam yani. Oysa izlediğim belgesellerden birinde, bir Sudan vatandaşı (sıradan vatandaş diyebiliriz), gördüğü en iyi insan olduğunu anlatıyordu Bin Ladin’in. Her şeyin merkezine “erkeklerin dünyasında ayakta kalan kadın” koyma tercihini komik buldum. Klişe. Bigelow bir Amerikalı’nın “Yabancı”, bir yabancının “Amerikalı” diyeceği kadrajlar kullanıyor. Müthiş oyunları vs. yok fakat kendi tarzı var. Temposu yüksek olmayan filmi götürmeyi ve güzel bir operasyon sahnesi çekmeyi başarmış. Velhasıl, daha evvel araştırmadıysanız Bin Ladin’in yakalanmasını, yine araştırmayın, öyle izleyin filmi. Yoksa her şey fazlasıyla göze batar. Dokümantasyon olarak izlenmesi mümkün değil.

Filmin Notu: 7.1


            The Descendants’ı izleyeli çok oldu açıkçası (Niye yazıyorum madem öyle? Bilemedim). Bir yerde rastlayınca keyif alınacak türden. Hawaii’de geçmesi filmi enteresan kılıyor. George Clooney kadar Shailene Woodley’e de beğendim ve tanışma fırsatı buldum. Filmin konusunu da şöyle anlatayım; George Clooney’nin iki kızı ve bir eşi var. Eşi bir kaza sonucu komaya giriyor. Clooney normalde kızlarıyla pek görüşemiyormuş işten-güçten, onlarla bağ kuruyor ve birkaç düğüm atıyor bu sırada senarist filme. Güzel, ama o küçük dünyayı pek büyütemiyor gözümüzde.

Filmin Notu: 7.4


            The Help’in çok güzel renkleri ve görüntüleri var. Belki “Konusu bu olan filmin bu kadar renkli olması iyi mi?” diye sorgulatabilirdi ama renkler öyle güzel ki aklıma bile gelmedi. Film 60’ların A.B.D.’sinde geçiyor. Başrolümüz, “hep aynı mı oynuyor”; Emma Stone. Stone, filmde bir gazeteci. Zenciler hala tam olarak köle olmaktan kurtulamamış, ikinci sınıf vatandaş durumundalar. Bu duruma katlanamayan Stone, tam da ortalığın karışık olduğu bir dönemde beyazların evlerinde temizlik görevlisi, bebek bakıcısı, aşçı gibi pek çok mesleği aynı anda edinen zenci kadınların anılarını kaleme almak istiyor.

            Filmde oyunculuklar çok iyi. Jessica Chastain ve Octavia Spencer (Oscar almış bu filmle) döktürmüş. En üst sınıf diyemem lakin sınıfın kapısını zorlamış.

Filmin Notu: 7.9


            The Wolf of Wallstreet. Büyük bir heyecanla gitmiştim filme. Bazı yerlerinde çok değişik geçişler kullanmış Scorsese. Gerçek bir hikayeden uyarlama. Taze olduğundan, konusunu anlatsam mı bilemedim. Neyse kısa geçeyim. Di Caprio’yu takım elbiseyle görmekten çok sıkıldığımı fark ettim. Bu yüzden Oscar ödülü almasını istemedim. Hatta Di Caprio gibi bir adamın “Aynı mı oynamış?” diye sorgulattığına şahit oldum. Aynı oynamıyor, fakat belli bir yere dek açılıyor. Filmin çok iddialı sahneleri var, üç saatlik bir karmaşa yahut şölen, bakış açısına göre değişir. Bana fazla “Amerikan Rüyası” geldi, filmin içine hiç giremedim. Filmden evvel Jagten, The Broken Circle Breakdown gibi Avrupa yapımı filmler izlemiştim, bu nedenle epey yavan geldi açıkçası. The Departed benzeri entrikaları daha çok beğeniyorum, filmde mütemadiyen para, uyuşturucu, küfür ve çıplak kadın izlemekten bana gına geldi. Seven de çok sever, bana hitap etmedi.

Filmin Notu: 7.3


            American Hustle, The Fighter ve Silver Linings Playbook gibi sağlam filmler çeken David Owen Russell yönetmen koltuğunda oturması, sağlam oyuncu kadrosu ile kendini epey bekletmişti. Çok sorunlu bir serim-düğüm geçişi var. Bir yerden sonra cılkı çıkıyor. Daha zeki şekilde kısaltılıp geçilebilirmiş. Bir de Russell, “Hem senaryosuyla, hem yönetmenliğimle efsane bir film çekeyim” diye düşünmüş sanki ancak vasatı aşamamış. Yani Tarantino’nun, Scorsese’nin elinden çıkan kült sahnelerin başarısız örnekleri vardı sanki. Üstelik oyunculuklar konusunda da umduğumu bulamadım. Tek “yaratıcı” diyebileceğim sahne, bir gece kulübü sahnesiydi ve Cidade de Deus’tan aparılmıştı. Filmde “sarı-turuncu-kırmızı” olan renk skalası tercihini ayrıca yorucu buldum. Kısaca hayal kırıklığıydı.

Filmin Notu: 6.8


            Son sahnesinde döktüren Tom Hanks hala aklımda, üzerinden birkaç ay geçmesine rağmen. The Wolf of Wallstreet veya American Hustle kadar iddialı bir Oscar adayı değildi. Yine de ben onlardan daha derli toplu buldum. Belki daha az beklentiyle izlediğimden, daha çok beğendim. Gerçek bir hikayenin uyarlaması Captain Phillips. Aksiyon tecrübesine sahip Paul Greengrass, kısıtlı mekana rağmen işin altından kalkmış. Heyecanlandırıyor, merak ettiriyor ve oyunculuklar çok iyi. Afrika açıklarında korsanlarca kaçırılan bir gemiyi anlatıyor.

Filmin Notu: 7.8

11 Mar 2014

Tatil

Telefon çalarken, rahatsız sandalyemde oturmuş, yıldızları izliyordum. “Alo?”
            “Alo. Nabıyon lan?”
            “İyi ne yapıyim oturuyorum öyle boş boş.”
            “He ben de. Ne diycem, Cem diyo ki, Ayvalık’a gidelim bikaç gün. Kafa dağıtırız hem.”
            “Niye Ayvalık lan?”
            “Ne biliyim. Güzel denizi falan. Sonuçlar da açıklanıcak ya, kafa dinleriz. İçeriz, barlara gideriz…”
            “Tamam da niye Ayvalık? Çeşme’ye gidelim. N’apıcaz lan Ayvalık’ta?”
            “Ne biliyim abi Cem öyle diyo işte.”
            “Gidelim de Alaçatı’ya gidelim abi. Nerden çıktı birden tatil?”
            “Ya denize…”
            “Dur Cem’i arayayım ben.”

Cem bekliyordu telefonu. 
            “Alo. N’apıyosun?”
            “İyi abi oturuyorum boş boş. Ne diycem... Bu Talha Ayvalık-Mayvalık diyo.”
            “He gidelim abi ya. Biz yer ayırttık, değişiklik olur. Sınavlar açıklanıcak ya, kafayı dinleriz biraz uzaklaşalım buralardan. Gündüz denize gireriz, gece dışarı çıkarız.”
            “Tamam da niye Ayvalık amına koyiyim?
            “Denizi güzel abi.”
            “Tamam da gece n’apıcaz oğlum Ayvalık’ta bi bok yok. Her sene gidiyoruz biz ailecek.”
            “Vardır abi illa ki vardır ya.”
            “Ya oğlum ben bulurum Alaçatı’da otel, oraya gideriz.”
            “Abi orası pahalı olur ya.”
            “Lan buluruz pansiyon mansiyon.”
            “Biz yer ayırttık zaten. Perşembe çıkıcaz, seni de arayalım dedik. Bi değişiklik olur, rakı içeriz, denize gireriz falan.”
            “Lan oğlum Allah aşkına niye Ayvalık?”
            “Abi güzel Ayvalık ya.”
            “İyi amına koyayım.”
            “Alalım mı sana da otobüs bileti?”
            “Alın.”
            “Sarımsaklı’da kalıcaz. 2 yıldızlı bi otel. Geceliği…”

2 gün sonra sabah, Okmeydanı’nda buluştuk. Otobüs şirketinin yazıhanesinde. Bavullarımız, güneş gözlüklerimiz… Talha yine kaçkın gibi geldiğinden, bütçemizi ilk günden sekteye uğratmıştı. “Neyse ayarlarız bi şekilde.”

Birkaç dakika içinde son sigaralarımızı içmiş, bagajlarımızı otobüse yüklemiş, yola çıkmıştık. Sanırım yedinci kez sordum aynı soruyu, “Niye Ayvalık’a gidiyoruz abi? Çeşme’ye gitseydik.”

Otobüs yazıhaneyi terk edeli beş dakika olmuştu taş çatlasa. Cem’le ben koridor tarafındaydık, Talha yanımda cam kenarında. Cem dirseğini kol dayamaya yaslayıp, bana doğru eğildi 58 yaşında gibi. Cem daima 58 yaşındadır. “B’ciğim. Şimdi bi durum var da. Şeyi hatırlıyo musun… Hani bi kız vardı Melisa diye, bizim okuldaydı eskiden. Sekizinci sınıfta gitti. Topluydu biraz… Onla konuşuyoruz da biz bikaç gündür. Aramız da fena değil. Bunların Ayvalık’ta yazlığı varmış. Oraya çağırdı bizi. Annesi-babası da yokmuş, annanesiyle kalıyomuş. İkimiz gidicektik de, otel masrafını filan bölüşürüz dedik, daha ucuza gelir sen de gelirsen. Hem de tatil yapmış oluruz. Nilüfer vardı ya, o da ordaymış.”
“Senin amına koyiyim Cem. Söylesene baştan. Ne uğraştırıyosun. Ben de diyorum ne işimiz var Ayvalık’ta.”
Talha devreye girdi, “Şşş. Güzel mi lan Nilüfer?”
Gerçeği söylemeliydim, “Oğlum çok çirkin lan.”
“Siktir lan.”
“Vallahi çok çirkin oğlum. Görmen lazım.”
Talha koridora doğru uzattı kafasını, “Cem siktir git lan.”
Cem üç saniye erteledi alarmı, “Oğlum güzelleşti lan o. Sen en son ne zaman gördün onu?”
“Lan o oğlum o güzelleşse n’olur. Amına koyiyim ya.” Hayal kırıklığımı paylaşmak adına Talha’ya çevirdim kafamı. Talha biriyle denizaltında mahsur kalsa ve boğulmak üzere olsalar, karşısındakine gülerken ölür muhtemelen. Attı bir buçuk paketlik kahkahasını, “Tıhıhhıhı.”
Lakin benim bile beklemediğim bir şekilde, hiç bozulmamıştım bu duruma. Cem’i böyle kabul etmiştim zaten. Hatta bu yüzden. Çıkarcılığı komik geliyordu bana. Üstelik 58 yaşında, dul, titiz ve çapkın bir albay emeklisi olan Cem ile 18 yaşında, boş vermiş, evden kaçmış, serseri ruhlu Talha’nın atışmalarını kaçıramazdım. Hep kavga ederlerdi ama iyi anlaşırlardı derinde. Cem belki de dünyanın en çıkarcı adamıydı, Talha ise en rahat…

Akşama gidecektik Melisa’lara. Melisa’yla hayatımda hiç diyalog kurmuşluğum yoktu. Yıllarca aynı sınıfta olduğum Nilüfer ise mahkeme duvarı suratlı biriydi. Sarımsaklı’ya indiğimizde akşam üzeriydi. Bir taksiye atlayıp otele vardık. Sıradan bir apartmandan tek farkı sevimsizliğiydi. Mecburen “lobi” diye tanımlayacağım yere girdik. Ahşap ufak bir resepsiyon vardı. Oraya bavullarımızla yürürken (ki bu dört adım sürdü), üçüncü adımda sağ tarafımızdaki havuzu fark ettik. Cem daldı lafa, “Otelin internet sitesinde yarı olimpik yazıyodu havuz. Üç kulaç lan. Şey yazıyo bi de, “Otelimiz iki yıldızlı ama düşünce gücümüz beş yıldızlı.””
Neyse ki havuzda birileri vardı. Dolandırılmamıştık en nihayetinde. Talha resepsiyon bankosundaki zille uzun soluklu bir solo atıyordu ki, bankonun ardındaki kapıdan ağır ağır ayak sesleri duyuldu. Birkaç yıldır orada unutulmuş, aksak bir adam geldi, “Buyrun gençler. Siz rezervasyon yaptıranlarsınız herhalde.”
Asansör muhtemelen biz çağırdıktan sonra imal edildi. Kapısını açtı aksak adam. “Sığar mıyız abi bavullar da var?”
“Sığarız sığarız gelin.”
Üç kişilik asansöre kıpırdamamak pahasına yerleştik. “Odanız üçüncü katta gençler, arkaya bakıyor ama... Öğrenci misiniz?”
Atladı 58 yaşındaki basın sözcümüz, “Evet abi” derken durdu asansör. Işıkları gitti.
Talha gördü Cem’in jeneratörü görevini, “Hassiktir.”
Uzun bir es. Işıklar açıldı, “Korktunuz mu gençler?”
“Valla korktuk abi” dedi basın sözcümüz.
Kata geldiğimizde Talha’yla gülüyorduk arkadan yürürken. Patlamamaya çalışıyorduk.
Odanın kapısını açtı aksak adam. Kesif bir sigara kokusu vardı. “Havalandırmamışlar mı burayı yahu? Burası balkon gençler. Bu da klimanız. Burası tuvalet. Bir isteğiniz var mı?”

Adam kapıyı kapatıp gittiğinde patladık tabi, “Abi hassiktir ya. Korktunuz mu diyo bi de. Korkucaz tabi amına koyıyim” dedi Cem elinde sigarayla yatağa atladıktan sonra. Köşesinde balkon olan, balkonun bir yanında iki, bir yanında tek yatak olan ufak bir odaydı. Halı-serin üstünde çekirdek kabukları duruyordu. İki yatağın tepesindeki klima, diğer tarafa vuramadığı için Cem orayı seçti hemen, “Beyler klima çarpıyo beni.”
Talha kendini yatağa atmış, sigarasını tellendiriyordu. “Oğlum ne boktan bi otel lan burası.”
Şifonyerin başında, laptop’umu internete bağlamaya uğraşıyordum, “Oğlum n’apıyosun lan?”
Talha başucundaki çekmeceyi açmış, külleri içine atıyordu. “Oğlum bok götürüyo zaten ne fark eder?”
Albaya göre dünyanın değişmez binlerce kuralı vardı. O kurallara uymayanları sevmezdi. Hele kendisi uyuyorsa, “Oğlum Talha sikiyim seni lan. Mal mısın oraya atılır mı kül? Ben baban olsam her gün döverim seni.”

Birkaç dakika sonra sahile doğru yola koyulduk. Sarımsaklı’da plaja en uzak oteldi bizimki. Bakkaldan sigara aldık. Albay şikayetçiydi, “Abi gidelim düzgün bi otel bulalım. Bugün orda kalırız, yarın çıkarız. Başka yere gidicez filan deriz adama. Çok pis lan orası.” Böylece basın sözcümüz önderliğinde fiyat araştırmalarına başladık.  Kumsaldaki oteller pahalıydı. Sonunda, kumsala 30 metre kadar uzaklıkta, beş kulaçlık havuzu olan, dört yıldızlı bir otelle anlaştık makul bir fiyata.


Güneş batmıştı çöplüğümüze döndüğümüzde. Güzel kıyafetlerimizi giydik, Melisalar ile buluşacaktık. Menzile yürüyorduk albayımızla. Ağzında sigarası, üzerinde 53 yaşında aldığı gömleğiyle yürüyordu önümüzde. Kararlıydı. Göründüler, ufukta.

“Naber Melisa?”
“Geldiniz sonunda ya.”
Nilüfer ömrü boyunca hiç sormadığı o soruyu sordu bana,
“Naber B?”
“İyiyim sen nasılsın Nilüfer?”
Albay dümeni devraldı, “Bu B, Melisa.”
“Biliyorum canım. Naber?”
Melisa aynıydı, Nilüfer aynıydı. Devam etti albay, “Bu da işte o bahsettiğim Talha.”
“Memnun oldum” sıktı Talha Melisa’nın elini. “Memnun oldum” Nilüfer’e tonladı bu iki sözcükle bütün gayesini.
Nilüfer gene takındı tüm yapmacıklığı “Merhaba.” Yüzünde o salak gülümseme vardı.
Böylesi anlardaki gereksiz dikilmeyi yaşamadık Melisa sayesinde, “Hadi gidelim bize.” Biz Talha’yla arkadaydık, onlar önde. Melisa bir şeyler saçmalıyordu, “Biz de biraz yürüyelim dedik filan. Çıkmıştık…”
Talha bana döndü ve elbette umursamadı duyulmasını, “Oğlum hassiktir çok çirkin ya.
Neyse sikerim ben bunu. Bana ne.”
           
            Kısa bir yürüyüşten sonra, eski, geniş ve güzel apartmanlarına girdik. Evin kapısını Melisa’nın anneannesi açtı. Çok sıcak karşıladı bizi. Kendisi çağırmıştı sanki, “E burada kalsaydınız oğlum.” Basın sözcümüz yanıtlıyordu genelde bizim yerimize. Evin balkonuna çıktık. En güzel yeriydi Sarımsaklı’nın. Neredeyse denize sıfırdı ev. Balkon da genişti epey. Kurulduk masaya.
            “Ee? Siz n’aptınız?” dedi Melisa, manzarayı bölmek ister gibi. Anneanne içeriden ikramlar getiriyordu. Bir yandan bize sualleri vardı. Medeni, sıcakkanlı, hoş-sohbet biriydi.
            Cem ve Melisa’nın iteklemelerine rağmen muhabbet on dakika kadar sürdü. Ardından boş bakışmalar, denize dönmeler, üç-dört cümle süren anekdotlar. Uzun bir es tekrar… Jeneratörümüz girdi topa, “Muhabbet de bayağı iyiymiş he!”
            Nilüfer, Melisa’ya bizi ayıplayan bakışlarını attı derhal. Melisa iskambil getirdi içeriden. Ortak bir oyun bulunamadı. Talha’yla muhabbet ediyorduk. Cem’le Melisa parçalı-bulutlu. Talha bir kart numarası yapmaya karar verdi. Desteyi açıp dik tuttu. Kendisi görebiliyordu kartları. Uzattı Nilüfer’e, “Bir kart çek.”
            Nilüfer çekti kartı.
            “Bak karta.” Nilüfer çevirip baktı.
            “Şimdi koy desteye.” Koydu.
            Aradan bir saniye dahi geçmemişti, Talha çekti Nilüfer’in kartını. “Bu muydu?”
            Nilüfer, kimliğini açıkça ele veren tepkisini gösterdi olmayan kart numarasına, “Iyhhh!”
            Dönüp bön bön baktı Melisa’ya. Melisa gülmeye çalıştı. Çok güldük Talha’yla. Beş dakika. Her şeyin boka sardığını idrak eden Cem de katıldı bize son dakikada. İyice sessizleşti masa, haliyle. Nilüfer cılız bir atak yaptı gol umuduyla. "Nutella..." diye başladı, bir şeyler geveledi. Nilüfer'i çirkin bulan Talha, kel-alaka bir cümleyle skoru belirledi, "Abi biz yemek için bulamıyoruz millet nerelerine sürüyo!"  
            Anneanne geldi durumu kurtarmaya. Başladılar Cem’le muhabbete. Sıkılan Talha da dahil oldu diyaloğa. Amaçları her ne idiyse ulaşamayan Melisa ve Nilüfer gidip salonda oturdu. Biz anneanneyle muhabbet ettik. Hiç es olmadı ancak durum garipti. Albay karar aldı, “Biz kalkalım artık.”

Vedalaşıp kalktık. Apartmandan çıkınca bir on dakika daha güldük Talha’nın kart numarasına, “Resmen iğrendi kız benden amına koyıyim. Yalnız beyler, ananeyi tavladım he.”
Sahil şeridinde yürüdük. Bir gece kulübüne rastladık. Damsız alınmadık. Talha girmekte istekliydi, “Ya Cem çağır şunları bizi içeri soksunlar sonra siktirip gitsinler.”
Damsız alındığımız tek yer, bir otelin terasıydı. Terasa, otelin içinden, yine alınamadığımız yerden canlı müzik geliyordu. Üçer dörder bira içtik,  yirmi-otuz midye açtırdık. Bizim midyeye fazlaca kaptırdığımızı gören albayın sinirleri bozuldu. Kendisinin müdahil olamadığı eğlencelerden nefret ederdi, “Oğlum mideniz bozulur lan. Bozuktur bunlar bak.”
Çakırkeyif dönüyorduk otele. “Yalnız ananeyi tavladım beyler.”
“Cem lan” dedim, “Bunlar bi daha buluşucak mı bizimle?”
“Buluşucaz lan tabi yarın.”
Talha su kaçırıyordu, “Yalnız beyler, Nilüfer’in bacaklar iyiymiş he. Ama suratı çok çirkin amına koyıyim. Kese kağıdı geçirmem lazım.”

Odamız çok sıcaktı. Talha ve ben donlarımızla girdik klimanın altındaki yataklarımıza. Yataklarda saç ve kıl örnekleri vardı. Birer sigara yaktık. Talha kül tablası yerine başucunun çekmecesini kullanmayı sürdürüyordu aramızdaki. Cem klimanın kumandasını almıştı. Yatmaya hazır duruma geldi. Keten şortu, kareli gömleğiyle, yorganın üzerine yattı kalıp gibi.
“Oğlum yatağa girsene lan.”
“Oğlum çok pis lan. Girilir mi o yatağa?”
“Pişicen lan. Çıkarsana üstündekileri. Gömlekle yatılır mı?”  
Ben bunu söylerken, Talha bir buçuk paket gülüyordu yanımda. Daldı lafa, “Mal mısın lan çıkarsana üstünü hava kırk derece amına koyıyim.”
Cem yine müdahil olamadı eğlenceye, “Oğlum siz salak mısınız donla yatılır mı asıl? Biri giricek, görücek.” dedi kapıyı göstererek. Buna yarım saat gülmüşüzdür. Cem de katıldı bize, saçmaladığını fark ederek. Cem’in klimayı açıp-kapamaları, bizden evvel uyuması, kahkahalarımız, Cem’in horlamaları arasında uyumuşuz.


Anlatırım devamını…

10 Mar 2014

Travmay

            Gri bir koltuk takımı ve halı-ser vardı Bakırköy’deki oturma odamızda. Salondaki oymalı, korkunç koltuklardan farklı olarak, buradaki koltuklar rahattı. Genelde oturma odasında otururduk annemle. Koltuklar, kütüphaneli; koca bir televizyon dolabının içindeki 63 ekran Sony televizyona bakıyordu. Sehpalar ben yürümeye başladıktan sonra gitmişti evden. Hareketliydim. Salondaki yemek masamız da bu sebepten yuvarlaktı.

            Ne üzerinde rahatça koşabileceğim köşeli koltuk takımları vardı başka evlerde, ne de kumandasını o denli beğendiğim televizyonlar… Hayatın en sıcak odasıydı oturma odası. Annem yemek yaparken haberleri orada izlerdim, dergilere orada bakardım, oyunlarımı genelde orada oynardım, annem yemek yapmadan evvel Yalan Rüzgârı’nı yine orada seyrederdik.

            Ve o televizyonda, Yalan Rüzgârı’nda merdivenden düşüp çocuğunu düşüren kadına aklım ermedi, jenerik boyunca gözleri kapalı iken birden açan adamdan çok korktum, Fenerbahçe’nin şampiyonluğunu gördüm, Engin Civan’ın haberlerini takip ettim, Coşkun Aral’ın iç-savaş içerikli programlarını izlememe izin vermedi babam.

            Pazar günüydü. Annem ve babam oturma odasındaydı. Ben neden yanlarında değildim anımsamıyorum. Bağırmaya başladılar. Sesler gittikçe yükseldi. Çakılmış duruyordum. Birbirlerine bağırıp, “öyle şeyler” söylemelerini algılayamıyordu beynim. Bağrışmalar arttı, odanın içinde hareket ettiklerini anlıyordum. Birden pat-küt sesler gelmeye başladı. Gürültü kesildi. Annem ağlıyordu. Babamın sesi bir acayipti.

            Sanırım sonra annem odalarına gitti, babam salona. Babam “Korktun mu?” diye sordu. Ya da bu başka zamandı, bilmiyorum. Oturma odasına gittiğimde, 63 ekran Sony’mizin kumandası koltukta yatıyordu ceset misali. Yani, en büyük parçası… Her yana dağılmıştı. Pilleri-önü-arkası. Yalnız kan eksikti. Annem babama vurmuştu kumandayla. Bunu onlar mı söyledi, ben mi çıkardım hatırlamıyorum. Babam hiç vurmadı anneme şimdiye dek. Dili giyotin gibidir zaten.

            Ertesi gün babaannem beni almaya geldi. Kumandanın parçaları bir torbaya konmuştu ceset misali. Minibüse bindik. Kumandayı gömmeye mi gidiyorduk, yoksa otopsi için adli tıbba mı; soramıyordum. Uzun bir yolculuk ve biraz yürüyüşten sonra, çarşı ve iş hanı kavramlarını menemen yapan bir binaya geldik. İçerisi de bir garipti. Birkaç dükkan, ortada gereksiz büyük bir boşluk. Aksiyon filmlerindeki çatışma sahneleri için epey uygundu. Dükkanlardan birine girdik. Babaannem cesedi çantasından çıkardı. “Aynısı yok.” dedi adam “Bundan var. Bu hepsine uyar.” Aynısı nasıl olabilirdi ki zaten?

            “Tramvayla dönelim mi?” “Olur.” Çirkin kumandamızla öncekinden çok yürüyerek vardık istasyona. Hiç tramvaya binmemiştim hayatımda. Az sonra geldi, kapıları açıldı. Ters oturdum. Dümdüz gidiyordu, sarsılmıyordu. Kayıyordu sanki. Araba gibi değildi. Güneş tepemizdeydi. Tünellere girince serinliyordum.