Telefon çalarken, rahatsız
sandalyemde oturmuş, yıldızları izliyordum. “Alo?”
“Alo. Nabıyon lan?”
“İyi ne yapıyim oturuyorum öyle boş boş.”
“He ben de. Ne diycem, Cem diyo ki, Ayvalık’a gidelim
bikaç gün. Kafa dağıtırız hem.”
“Niye Ayvalık lan?”
“Ne biliyim. Güzel denizi falan. Sonuçlar da açıklanıcak
ya, kafa dinleriz. İçeriz, barlara gideriz…”
“Tamam da niye Ayvalık? Çeşme’ye gidelim. N’apıcaz lan
Ayvalık’ta?”
“Ne biliyim abi Cem öyle diyo işte.”
“Gidelim de Alaçatı’ya gidelim abi. Nerden çıktı birden
tatil?”
“Ya denize…”
“Dur Cem’i arayayım ben.”
Cem bekliyordu telefonu.
“Alo.
N’apıyosun?”
“İyi abi oturuyorum boş boş. Ne diycem... Bu Talha
Ayvalık-Mayvalık diyo.”
“He gidelim abi ya. Biz yer ayırttık, değişiklik olur.
Sınavlar açıklanıcak ya, kafayı dinleriz biraz uzaklaşalım buralardan. Gündüz
denize gireriz, gece dışarı çıkarız.”
“Tamam da niye Ayvalık amına koyiyim?
“Denizi güzel abi.”
“Tamam da gece n’apıcaz oğlum Ayvalık’ta bi bok yok. Her sene
gidiyoruz biz ailecek.”
“Vardır abi illa ki vardır ya.”
“Ya oğlum ben bulurum Alaçatı’da otel, oraya gideriz.”
“Abi orası pahalı olur ya.”
“Lan buluruz pansiyon mansiyon.”
“Biz yer ayırttık zaten. Perşembe çıkıcaz, seni de
arayalım dedik. Bi değişiklik olur, rakı içeriz, denize gireriz falan.”
“Lan oğlum Allah aşkına niye Ayvalık?”
“Abi güzel Ayvalık ya.”
“İyi amına koyayım.”
“Alalım mı sana da otobüs bileti?”
“Alın.”
“Sarımsaklı’da kalıcaz. 2 yıldızlı bi otel. Geceliği…”
2
gün sonra sabah, Okmeydanı’nda buluştuk. Otobüs şirketinin yazıhanesinde.
Bavullarımız, güneş gözlüklerimiz… Talha yine kaçkın gibi geldiğinden,
bütçemizi ilk günden sekteye uğratmıştı. “Neyse ayarlarız bi şekilde.”
Birkaç
dakika içinde son sigaralarımızı içmiş, bagajlarımızı otobüse yüklemiş, yola
çıkmıştık. Sanırım yedinci kez sordum aynı soruyu, “Niye Ayvalık’a gidiyoruz
abi? Çeşme’ye gitseydik.”
Otobüs
yazıhaneyi terk edeli beş dakika olmuştu taş çatlasa. Cem’le ben koridor
tarafındaydık, Talha yanımda cam kenarında. Cem dirseğini kol dayamaya
yaslayıp, bana doğru eğildi 58 yaşında gibi. Cem daima 58 yaşındadır. “B’ciğim.
Şimdi bi durum var da. Şeyi hatırlıyo musun… Hani bi kız vardı Melisa diye, bizim
okuldaydı eskiden. Sekizinci sınıfta gitti. Topluydu biraz… Onla konuşuyoruz da
biz bikaç gündür. Aramız da fena değil. Bunların Ayvalık’ta yazlığı varmış.
Oraya çağırdı bizi. Annesi-babası da yokmuş, annanesiyle kalıyomuş. İkimiz
gidicektik de, otel masrafını filan bölüşürüz dedik, daha ucuza gelir sen de
gelirsen. Hem de tatil yapmış oluruz. Nilüfer vardı ya, o da ordaymış.”
“Senin
amına koyiyim Cem. Söylesene baştan. Ne uğraştırıyosun. Ben de diyorum ne
işimiz var Ayvalık’ta.”
Talha
devreye girdi, “Şşş. Güzel mi lan Nilüfer?”
Gerçeği
söylemeliydim, “Oğlum çok çirkin lan.”
“Siktir
lan.”
“Vallahi
çok çirkin oğlum. Görmen lazım.”
Talha
koridora doğru uzattı kafasını, “Cem siktir git lan.”
Cem
üç saniye erteledi alarmı, “Oğlum güzelleşti lan o. Sen en son ne zaman gördün
onu?”
“Lan
o oğlum o güzelleşse n’olur. Amına koyiyim ya.” Hayal kırıklığımı paylaşmak
adına Talha’ya çevirdim kafamı. Talha biriyle denizaltında mahsur kalsa ve
boğulmak üzere olsalar, karşısındakine gülerken ölür muhtemelen. Attı bir buçuk
paketlik kahkahasını, “Tıhıhhıhı.”
Lakin
benim bile beklemediğim bir şekilde, hiç bozulmamıştım bu duruma. Cem’i böyle
kabul etmiştim zaten. Hatta bu yüzden. Çıkarcılığı komik geliyordu bana.
Üstelik 58 yaşında, dul, titiz ve çapkın bir albay emeklisi olan Cem ile 18
yaşında, boş vermiş, evden kaçmış, serseri ruhlu Talha’nın atışmalarını
kaçıramazdım. Hep kavga ederlerdi ama iyi anlaşırlardı derinde. Cem belki de
dünyanın en çıkarcı adamıydı, Talha ise en rahat…
Akşama
gidecektik Melisa’lara. Melisa’yla hayatımda hiç diyalog kurmuşluğum yoktu.
Yıllarca aynı sınıfta olduğum Nilüfer ise mahkeme duvarı suratlı biriydi.
Sarımsaklı’ya indiğimizde akşam üzeriydi. Bir taksiye atlayıp otele vardık.
Sıradan bir apartmandan tek farkı sevimsizliğiydi. Mecburen “lobi” diye
tanımlayacağım yere girdik. Ahşap ufak bir resepsiyon vardı. Oraya
bavullarımızla yürürken (ki bu dört adım sürdü), üçüncü adımda sağ
tarafımızdaki havuzu fark ettik. Cem daldı lafa, “Otelin internet sitesinde
yarı olimpik yazıyodu havuz. Üç kulaç lan. Şey yazıyo bi de, “Otelimiz iki
yıldızlı ama düşünce gücümüz beş yıldızlı.””
Neyse ki havuzda birileri vardı. Dolandırılmamıştık en
nihayetinde. Talha resepsiyon bankosundaki zille uzun soluklu bir solo atıyordu
ki, bankonun ardındaki kapıdan ağır ağır ayak sesleri duyuldu. Birkaç yıldır
orada unutulmuş, aksak bir adam geldi, “Buyrun gençler. Siz rezervasyon
yaptıranlarsınız herhalde.”
Asansör muhtemelen biz çağırdıktan sonra imal edildi.
Kapısını açtı aksak adam. “Sığar mıyız abi bavullar da var?”
“Sığarız sığarız gelin.”
Üç kişilik asansöre kıpırdamamak pahasına yerleştik. “Odanız
üçüncü katta gençler, arkaya bakıyor ama... Öğrenci misiniz?”
Atladı 58 yaşındaki basın sözcümüz, “Evet abi” derken
durdu asansör. Işıkları gitti.
Talha gördü Cem’in jeneratörü görevini, “Hassiktir.”
Uzun bir es. Işıklar açıldı, “Korktunuz mu gençler?”
“Valla korktuk abi” dedi basın sözcümüz.
Kata geldiğimizde Talha’yla gülüyorduk arkadan yürürken.
Patlamamaya çalışıyorduk.
Odanın
kapısını açtı aksak adam. Kesif bir sigara kokusu vardı. “Havalandırmamışlar mı
burayı yahu? Burası balkon gençler. Bu da klimanız. Burası tuvalet. Bir
isteğiniz var mı?”
Adam kapıyı kapatıp gittiğinde patladık tabi, “Abi
hassiktir ya. Korktunuz mu diyo bi de. Korkucaz tabi amına koyıyim” dedi Cem
elinde sigarayla yatağa atladıktan sonra. Köşesinde balkon olan, balkonun bir
yanında iki, bir yanında tek yatak olan ufak bir odaydı. Halı-serin üstünde
çekirdek kabukları duruyordu. İki yatağın tepesindeki klima, diğer tarafa
vuramadığı için Cem orayı seçti hemen, “Beyler klima çarpıyo beni.”
Talha kendini yatağa atmış, sigarasını
tellendiriyordu. “Oğlum ne boktan bi otel lan burası.”
Şifonyerin başında, laptop’umu internete bağlamaya
uğraşıyordum, “Oğlum n’apıyosun lan?”
Talha başucundaki çekmeceyi açmış, külleri içine
atıyordu. “Oğlum bok götürüyo zaten ne fark eder?”
Albaya göre dünyanın değişmez binlerce kuralı vardı. O
kurallara uymayanları sevmezdi. Hele kendisi uyuyorsa, “Oğlum Talha sikiyim
seni lan. Mal mısın oraya atılır mı kül? Ben baban olsam her gün döverim seni.”
Birkaç dakika sonra sahile doğru yola koyulduk.
Sarımsaklı’da plaja en uzak oteldi bizimki. Bakkaldan sigara aldık. Albay
şikayetçiydi, “Abi gidelim düzgün bi otel bulalım. Bugün orda kalırız, yarın
çıkarız. Başka yere gidicez filan deriz adama. Çok pis lan orası.” Böylece
basın sözcümüz önderliğinde fiyat araştırmalarına başladık. Kumsaldaki oteller pahalıydı. Sonunda, kumsala
30 metre kadar uzaklıkta, beş kulaçlık havuzu olan, dört yıldızlı bir otelle
anlaştık makul bir fiyata.
Güneş batmıştı çöplüğümüze döndüğümüzde. Güzel
kıyafetlerimizi giydik, Melisalar ile buluşacaktık. Menzile yürüyorduk
albayımızla. Ağzında sigarası, üzerinde 53 yaşında aldığı gömleğiyle yürüyordu
önümüzde. Kararlıydı. Göründüler, ufukta.
“Naber Melisa?”
“Geldiniz sonunda ya.”
Nilüfer ömrü boyunca hiç sormadığı o soruyu sordu
bana,
“Naber B?”
“İyiyim sen nasılsın Nilüfer?”
Albay dümeni devraldı, “Bu B, Melisa.”
“Biliyorum canım. Naber?”
Melisa aynıydı, Nilüfer aynıydı. Devam etti albay, “Bu
da işte o bahsettiğim Talha.”
“Memnun oldum” sıktı Talha Melisa’nın elini. “Memnun
oldum” Nilüfer’e tonladı bu iki sözcükle bütün gayesini.
Nilüfer gene takındı tüm yapmacıklığı “Merhaba.” Yüzünde
o salak gülümseme vardı.
Böylesi anlardaki gereksiz dikilmeyi yaşamadık Melisa
sayesinde, “Hadi gidelim bize.” Biz Talha’yla arkadaydık, onlar önde. Melisa
bir şeyler saçmalıyordu, “Biz de biraz yürüyelim dedik filan. Çıkmıştık…”
Talha bana döndü ve elbette umursamadı duyulmasını, “Oğlum
hassiktir çok çirkin ya.
Neyse
sikerim ben bunu. Bana ne.”
Kısa bir yürüyüşten sonra, eski, geniş ve güzel
apartmanlarına girdik. Evin kapısını Melisa’nın anneannesi açtı. Çok sıcak
karşıladı bizi. Kendisi çağırmıştı sanki, “E burada kalsaydınız oğlum.” Basın
sözcümüz yanıtlıyordu genelde bizim yerimize. Evin balkonuna çıktık. En güzel
yeriydi Sarımsaklı’nın. Neredeyse denize sıfırdı ev. Balkon da genişti epey.
Kurulduk masaya.
“Ee? Siz n’aptınız?” dedi Melisa, manzarayı bölmek ister
gibi. Anneanne içeriden ikramlar getiriyordu. Bir yandan bize sualleri vardı.
Medeni, sıcakkanlı, hoş-sohbet biriydi.
Cem ve Melisa’nın iteklemelerine rağmen muhabbet on
dakika kadar sürdü. Ardından boş bakışmalar, denize dönmeler, üç-dört cümle
süren anekdotlar. Uzun bir es tekrar… Jeneratörümüz girdi topa, “Muhabbet de
bayağı iyiymiş he!”
Nilüfer, Melisa’ya bizi ayıplayan bakışlarını attı
derhal. Melisa iskambil getirdi içeriden. Ortak bir oyun bulunamadı. Talha’yla
muhabbet ediyorduk. Cem’le Melisa parçalı-bulutlu. Talha bir kart numarası
yapmaya karar verdi. Desteyi açıp dik tuttu. Kendisi görebiliyordu kartları.
Uzattı Nilüfer’e, “Bir kart çek.”
Nilüfer çekti kartı.
“Bak karta.” Nilüfer çevirip baktı.
“Şimdi koy desteye.” Koydu.
Aradan bir saniye dahi geçmemişti, Talha çekti Nilüfer’in
kartını. “Bu muydu?”
Nilüfer, kimliğini açıkça ele veren tepkisini gösterdi
olmayan kart numarasına, “Iyhhh!”
Dönüp bön bön baktı Melisa’ya. Melisa gülmeye
çalıştı. Çok güldük Talha’yla. Beş dakika. Her şeyin boka sardığını idrak eden
Cem de katıldı bize son dakikada. İyice sessizleşti masa, haliyle. Nilüfer cılız bir atak yaptı gol umuduyla. "Nutella..." diye başladı, bir şeyler geveledi. Nilüfer'i çirkin bulan Talha, kel-alaka bir cümleyle skoru belirledi, "Abi biz yemek için bulamıyoruz millet nerelerine sürüyo!"
Anneanne
geldi durumu kurtarmaya. Başladılar Cem’le muhabbete. Sıkılan Talha da dahil
oldu diyaloğa. Amaçları her ne idiyse ulaşamayan Melisa ve Nilüfer gidip
salonda oturdu. Biz anneanneyle muhabbet ettik. Hiç es olmadı ancak durum
garipti. Albay karar aldı, “Biz kalkalım artık.”
Vedalaşıp
kalktık. Apartmandan çıkınca bir on dakika daha güldük Talha’nın kart
numarasına, “Resmen iğrendi kız benden amına koyıyim. Yalnız beyler, ananeyi
tavladım he.”
Sahil
şeridinde yürüdük. Bir gece kulübüne rastladık. Damsız alınmadık. Talha
girmekte istekliydi, “Ya Cem çağır şunları bizi içeri soksunlar sonra siktirip
gitsinler.”
Damsız
alındığımız tek yer, bir otelin terasıydı. Terasa, otelin içinden, yine
alınamadığımız yerden canlı müzik geliyordu. Üçer dörder bira içtik, yirmi-otuz midye açtırdık. Bizim midyeye fazlaca
kaptırdığımızı gören albayın sinirleri bozuldu. Kendisinin müdahil olamadığı
eğlencelerden nefret ederdi, “Oğlum mideniz bozulur lan. Bozuktur bunlar bak.”
Çakırkeyif
dönüyorduk otele. “Yalnız ananeyi tavladım beyler.”
“Cem
lan” dedim, “Bunlar bi daha buluşucak mı bizimle?”
“Buluşucaz
lan tabi yarın.”
Talha
su kaçırıyordu, “Yalnız beyler, Nilüfer’in bacaklar iyiymiş he. Ama suratı çok
çirkin amına koyıyim. Kese kağıdı geçirmem lazım.”
Odamız
çok sıcaktı. Talha ve ben donlarımızla girdik klimanın altındaki yataklarımıza.
Yataklarda saç ve kıl örnekleri vardı. Birer sigara yaktık. Talha kül tablası
yerine başucunun çekmecesini kullanmayı sürdürüyordu aramızdaki. Cem klimanın
kumandasını almıştı. Yatmaya hazır duruma geldi. Keten şortu, kareli
gömleğiyle, yorganın üzerine yattı kalıp gibi.
“Oğlum
yatağa girsene lan.”
“Oğlum
çok pis lan. Girilir mi o yatağa?”
“Pişicen
lan. Çıkarsana üstündekileri. Gömlekle yatılır mı?”
Ben
bunu söylerken, Talha bir buçuk paket gülüyordu yanımda. Daldı lafa, “Mal mısın
lan çıkarsana üstünü hava kırk derece amına koyıyim.”
Cem
yine müdahil olamadı eğlenceye, “Oğlum siz salak mısınız donla yatılır mı asıl?
Biri giricek, görücek.” dedi kapıyı göstererek. Buna yarım saat gülmüşüzdür. Cem de
katıldı bize, saçmaladığını fark ederek. Cem’in klimayı açıp-kapamaları, bizden
evvel uyuması, kahkahalarımız, Cem’in horlamaları arasında uyumuşuz.
Anlatırım
devamını…