Sigaradan arta kalan nefeslerimde burnuma hıncahınç
rutubet kokusu geliyor. "Nefeslerimde" ne ise? Sanki bilerek alıyorum… Burası bir
dizinin stüdyosuna oldukça benziyor. Mütemadiyen şüpheleniyorum; “acaba burayı
biliyorlar mı lan?” Olabilirler. Demek buraya gelmek için o keçilerin bile
yuvarlanabileceği yokuşu çıktınız. Belki de yukarıdan gelip, aşağı inmişlerdir.
Hiç sanmam. Arabayla gelmeme ihtimalleri çok düşük bir kere. Kıçımın altına
temiz minder getirdiğime pişmanım. Kaç derecede yıkayacağıma bakmam gerekecek,
minder diğer yıkayacağım şeyleri bekleyecek… Bir de daha fazla kirlenmesin diye
kıçımı sağa sola kaydırmaktan vazgeçmeli miyim emin olamıyorum. En iyisi
sırtımı duvara yaslamak, fazla kıpırdamam. Bu gereksizce şeyleri düşünmekten
içim sıkılıyor. Tellendiriyorum bir tane. Pakette 7 dal kalmış. Almam
gerekecek. Derhal Fazlı’yı aramalıyım. Gelirken alsın. Arıyorum. Reddediyor.
Geri arayacak. Telefonum kontörlü ve daima reddedilip geri aranıyorum. Bu
nazik bir davranış lakin bu tip acil aramalarda gayet boktan olabiliyor. Fazlı
arıyor. “Ne oldu lan?” “Neredesin?” “Sokağa giriyorum şimdi geldim.” “Hay
ağzına sıçayım.” Bunu söylerken köşeyi dönüyor, "sıçayım" kısmını yüzüne mi
söyledim, telefona mı; akademik olarak tartışmalı. Şimdi o komik olamaması epey
trajik olan, trajik olamamasıysa trajedik olan dizinin ekibindeki beyinsizlerin
çıktığı yokuşu çıkmak zorunda kalacağım bakkala gitmek için. Trajedi ya da
tragedyanın, tragos: "Keçi"den türemesi sanırım yazgının kulağıma fısıldadığı
trajikomik bir espri.
Elindeki
poşetten cam şıkırtısı geliyor. Telefonu cebime koyarken ikinci kat fırçaya
geçiyorum “Cam şişe mi aldın Fazlı?” Birazdan tekrar küfür edeceğim ve kırıcı
olmamak-fırçayı üçüncü seviyeye geçirebilmek-savımı tartışılır bir hale
getirmemek adına, araya ismini sokuyorum. Fazlı savunmayı kalenin önüne
yığıyor; “E soğuk hem de bunun tadı daha güzel.” Hep böylesin Fazlı… Benim
takımım senin kalende müthiş bir baskı kurabiliyor, üstelik kilidi açacak
kadife ayaklara sahibim. Sen de bunu bile bile savunmayı kalenin önüne
yığıyorsun. Anlaşılan o ki fırça 4-5 kata dek çıkabilir. Zaten bütün gün evde
oturmuşum, içim sıkkın. “Fazlı, ben günde kaç litre kola içiyorum abi?” Hem
Fazlı, hem abi. Çok sert vuracağım. Fazlı ilgilenmemek için cebinden telefonunu
çıkarıyor. Topu taca atma Fazlı, sakat numarası yapma Fazlı. Duymazlıktan
gelirse farkı arttıracağımı biliyor; “1, 2…” “Benim cam şişe aldığımı gördün mü
hiç?” “Sen çok içiyorsun ama bunlar küçük.” Topu kapıyorum “Küçükse niye bana
bundan aldın amına koyayım. Bana yetecek mi şimdi bu?” Santradan sonra hemen
tekrar topu kapıyorum “Güzel olsa bundan içerim herhalde ben de. Kolanın kaç ay
rafta beklediğini, ne kadar güneşte kaldığını tahmin edebiliyorum. Bunun
tadının daha güzel olup da benim bundan almama ihtimalim var mı sence?” Son
cümlem pozisyonu karambole sokuyor fakat topu ağlara yolluyorum. Bu
sırada “şimdi çocukların önünde kavga etmeyelim” edasıyla kolamı poşetten
çıkarıyorum. Sigaramı dudaklarıma tutturup, cam şişenin kapağını duvarın
köşesinde "sen bu salağa bakma kızım" dercesine açıyorum. Şimdi susarsam, Fazlı’nın “Acaba
koladan şikayet etmeye devam edecek mi?” endişesi birkaç dakika sürecek. Lafa
benim girmem lazım, sessizlik bu ara huzurumu bozuyor.
“Pelin’le mi mesajlaşıyorsun?” “Hee. Amına koyayım delireceğim ya. Yarın buluşamayacakmışız yine.” Aslında Pelin’e bu kadar sinirli değil. Yani kadınlara karşı odun gibi hoy-hoy yapan tiplerden değil. Belki Fazlı’yı sevme nedenlerimden biri de budur. Siniri dolaylı olarak biraz da bana. Hep böyle olur. Ben doğrudan Fazlı’ya sinirlenirim. Fazlı başkasına. Karşılıklı velakin sonsuz görüntü oluşturamayan iki ayna gibiyiz Fazlı’yla. Zaten evlerimiz de karşı-çapraz. “Niye buluşamıyorsunuz?” “Akrabaları gelecekmiş Erzincan’dan.” “Erzincan ne alaka lan?” “Ya memur mu ne işte akrabaları.” Bu gereksiz ayrıntıların üstüne gitmeye gerek yok. Ancak beynimin kontrol edemediğim bir yerleri, bu gereksiz ayrıntılar dosyasını pek seviyor. İçimde bir paparazzi var. Bundan sonra mümkün değil unutamam Pelin’in Erzincan’da bir memur akrabası olduğunu. “Öbür gün buluşun?” “Pazartesi? Pazartesi ben işten gece 4’te çıkıyorum abi.” Tam anlamıyla hakim olamadığım ve sorunun hatalı olduğu problemler canımı sıkıyor; “Sonra buluşun amına koyayım.” Bugün bolca amına koyayım kullanıyorum. Böylece Fazlı’nın bilinçaltı benim de sıkkın olduğumu kavrıyor ve aktardığı dertlerin voltajını düşürüyor. “Abi hiç bulaşamıyoruz ki ya.” Fazlı’ya sevgilisi olduğu için, birbirlerini sevdikleri için ne kadar mutlu olması gerektiğini anlatsam, en fazla iki saatlik bir ertelemeye yol açacağım. Mutlu olmalı mı, mutluluk nedir, mutluluk olmasa daha mı iyi olur konularını evde birkaç saat düşündüm. Sonra yine Nietzsche ve Schopenhauer’e sardım. Birkaç saat okudum. Sonra ad hominem’e başvurup, konuyu küfür edip kapattım. Bütün bu döngü ve o an orada bulunmak bir anda kabımı taşırıyor. “Siktir et.” Yeni bir sigara ekliyorum, yeni ad hominem’in ucuna. “Çok içiyorsun.” “Hee.” Uzatıyorum. Fazlı da yakıyor bir tane. “Abi Lazovic yokmuş kadroda.” Bugün aldığım en şaşırtıcı haber. “Hadi lan. Kimi oynatacakmış?” “Bilmem. Mustafa Besi’yi oraya çeker bence.” “Mustafa’nın yerinde kim oynayacak?” “Tarık’ı almış kadroya.” “Hay sıçayım… Kahvede mi izleyeceğiz maçı?” “Öyle yapalım ya.” Sigaramdan çektiğim dumanı uzaklara salıyorum, Mustafa Besi’yi sağ kanatta izleyecek olmanın verdiği sıkıntıyla.
“Pelin’le mi mesajlaşıyorsun?” “Hee. Amına koyayım delireceğim ya. Yarın buluşamayacakmışız yine.” Aslında Pelin’e bu kadar sinirli değil. Yani kadınlara karşı odun gibi hoy-hoy yapan tiplerden değil. Belki Fazlı’yı sevme nedenlerimden biri de budur. Siniri dolaylı olarak biraz da bana. Hep böyle olur. Ben doğrudan Fazlı’ya sinirlenirim. Fazlı başkasına. Karşılıklı velakin sonsuz görüntü oluşturamayan iki ayna gibiyiz Fazlı’yla. Zaten evlerimiz de karşı-çapraz. “Niye buluşamıyorsunuz?” “Akrabaları gelecekmiş Erzincan’dan.” “Erzincan ne alaka lan?” “Ya memur mu ne işte akrabaları.” Bu gereksiz ayrıntıların üstüne gitmeye gerek yok. Ancak beynimin kontrol edemediğim bir yerleri, bu gereksiz ayrıntılar dosyasını pek seviyor. İçimde bir paparazzi var. Bundan sonra mümkün değil unutamam Pelin’in Erzincan’da bir memur akrabası olduğunu. “Öbür gün buluşun?” “Pazartesi? Pazartesi ben işten gece 4’te çıkıyorum abi.” Tam anlamıyla hakim olamadığım ve sorunun hatalı olduğu problemler canımı sıkıyor; “Sonra buluşun amına koyayım.” Bugün bolca amına koyayım kullanıyorum. Böylece Fazlı’nın bilinçaltı benim de sıkkın olduğumu kavrıyor ve aktardığı dertlerin voltajını düşürüyor. “Abi hiç bulaşamıyoruz ki ya.” Fazlı’ya sevgilisi olduğu için, birbirlerini sevdikleri için ne kadar mutlu olması gerektiğini anlatsam, en fazla iki saatlik bir ertelemeye yol açacağım. Mutlu olmalı mı, mutluluk nedir, mutluluk olmasa daha mı iyi olur konularını evde birkaç saat düşündüm. Sonra yine Nietzsche ve Schopenhauer’e sardım. Birkaç saat okudum. Sonra ad hominem’e başvurup, konuyu küfür edip kapattım. Bütün bu döngü ve o an orada bulunmak bir anda kabımı taşırıyor. “Siktir et.” Yeni bir sigara ekliyorum, yeni ad hominem’in ucuna. “Çok içiyorsun.” “Hee.” Uzatıyorum. Fazlı da yakıyor bir tane. “Abi Lazovic yokmuş kadroda.” Bugün aldığım en şaşırtıcı haber. “Hadi lan. Kimi oynatacakmış?” “Bilmem. Mustafa Besi’yi oraya çeker bence.” “Mustafa’nın yerinde kim oynayacak?” “Tarık’ı almış kadroya.” “Hay sıçayım… Kahvede mi izleyeceğiz maçı?” “Öyle yapalım ya.” Sigaramdan çektiğim dumanı uzaklara salıyorum, Mustafa Besi’yi sağ kanatta izleyecek olmanın verdiği sıkıntıyla.