16 Mar 2012

Fetih 2012



Yılın son günleri yaklaştığında, “Enler Listesi” yaparım içimden. “En Çok Sevindiğim Şey” “En Çok Üzüldüğüm Şey” “En Çok Güldüğüm An” “En Beğendiğim 10 Film”… Ve yaylıları kullanışı canıma kasteden Vivaldi’nin 4 Mevsimi daima yorgun fakat bir Çin İşkencesi kıvamında, damla damla umutla geçer. Bu gibi saçmalıklar yüzünden bazen “keşke hiç bilgisayar görmemiş olsaydım” diyorum.  Çünkü 5 yaşımdayken hayatıma giren bu alet gibi dosyalama ihtiyacı duyuyorum aklımı. Benim kötü arkadaşım… Halbuki cep telefonsuz ve bilgisayarsız, rüzgar hala rüzgar, Camel hala Camel olurdu. Lakin yadsıyamam, getirisi de çoktur bunların. Hayatımın aşkını mesela; utangaçlığımdan dolayı bu sayede daha iyi tanıdım, tanıştık, konuştuk… Yaşamın mı yoksa ideolojinin mi bilmem, kapımın önüne bıraktığı sorulardan yalnızca biridir; “İki ucu boklu değnek” olması çokça şeyin.

Ve şüphesiz, doğduktan sonra adı konan Kapitalizm, evrildiği yere metropoller, kültür koruma telaşı ve gökdelenler koydu bugün. Birinin ismini doğduktan sonra koymak, neden örnekse 2. Dünya Savaşı’na sonradan 2. Dünya Savaşı demeye benzemez ki?

“Kozmopolitan” bir dergi ismi, metropoller insanların akın ettiği yerler, ve Mazlov’un Hiyerarşisi’nin “güvenlik” kısmı, sapasağlam yerinde durduğu için, bugün AVM’ler kalabalık bu denli. Bu yüzden Avrupa’da az sayıları. İşte bu salakça şeylerden sonra, varacağım sonuç çok kısadır aslında. İstanbul, hala fethedilmemiştir. Bunu dolaylı veya fiili anlamda gerçekleştiren Fatih Sultan Mehmet, aslında atlattığı çağın çok daha ertesine öncülük etmiştir. Çünkü İstanbul, herkesin kaybolduğu, kimsenin sahip olamadığı, kimsenin sahip olamayacağı ve yalnızca bazı akşamüstleri yanında durabileceğiniz bir şehirdir. Yıl oldu 2012, İstanbul hala bulamadı Fatih’ini. Birçok ya da sanırım her metropol gibi. Ve galiba yok etmek, gerçekten kazanmanın tek yoludur.
 
Neron, Zippo’sunu cebinden çıkarır.
Zippo’nun alıştığımız sesi çıkar.
Sigarasını yakıp şehre şöyle bir bakar…
Ben de mi Sezar?

2 Mar 2012

Fenerbahçeli Çocuk


            O zamanlar oymalı koltuklar modaydı. Bizim de salonumuzda arz-ı endam ediyorlardı haliyle. Kirli beyazlardı ve kirlendikçe daha kirli beyaz oldular. Dikişlerini ve geçişlerini kamufle etmeye çalışan garip, don lastiği gibi şeritlerini gizli gizli sökerdim. Sonra o şeritler nedense sararmaya başladı. Belki ben uyuduğumda, babam salonda sigara içtiğinden..
            
           Salonumuz haliyle soğuktu. Çünkü genelde oturma odasında oturulurdu (televizyon oradaydı). Üzerinde televizyon olmayan bir televizyon sehpası, aynalı bir vitrin-dolap, önünde oval bir masa ve 6 sandalye. Kapanmış balkonun yanında..
          
          Benim hareketliliğimden; salondaki sehpa ayaklarımın üzerine basmaya başladığım an kaldırılmıştı. Koştururdum. Koltukları kale yapıp, kendi kendime maç yapardım. Hiç dışarı çıkmazdım. Hakan vardı, soyadını hatırlayamadığım, Fenerbahçe’de oynayan. Hep o olurdum. 95-96 Kadrosunu ezberden sayardım. Hala sayarım. Son dakika gollerini hep Tarık’ın pasıyla Hakan atardı. Hakan sonra ne oldu bilmiyorum ama Tarık uyuşturucu işlerine karıştı. Futbolu erken yaşta bıraktı. Hakan’ın ismini, Tarık’ın sarı saçlarını severdim. Högh’e pek top gelmezdi izlediğim maçlarda, bu yüzden ona da gol attırırdım. Lakin nasıl bir içgüdüyse, savunma oyuncusu olduğunu bildiğim için ancak sürpriz golleri o atardı. O da sarışındı ve Danimarkalıydı. Danimarka Bayrağını çok severdim. Atlasın o rengârenkliği sayesinde tüm bayrakları ezbere biliyordum. Högh 40’lı yaşlarda kansere yakalandı. Uche’yi de severdim. İri-yarı bir zenciydi. Bu topraklardan yetişmiş insanların neredeyse hepsi gibi, ben de zencilere bir sempati duyardım. Uche 43 yaşında ve Nijerya’da hala futbol oynuyor. Hafta sonları, alt katta oturan amcam bize gelirdi maç izlemeye. Babam, amcam ve ben dizilirdik. O maç top kimin ayağına az değdiyse, ertesi gün evin salonunda topu koltuğa yollardı. O zamanlar içi yumuşak toplar yoktu. Bakkaldan plastik top alırdık. Fakat ilk aldığımızda daima sert gelirdi bana. Birkaç gün sonra kıvama gelirdi. O toplara gözüm gibi bakardım. Bir gün, salonda açık camı kapatmak istemiştim. Hava çok sıcaktı. Babam izin vermedi. “Ama top dışarı kaçar” dediğimde babam “Kaçmaz kaçmaz” diye ısrar etmişti. Birkaç dakika sonra top camdan dışarı uçtu ve sanki kara delikte kayboldu. Topun peşinden cama gittim. Dönüp babama baktım. Kendimi tutamadım, ağlamaya başladım.
            
          İlk 90 dakika izlediğim maç, meşhur şampiyonluk maçıydı: Trabzonspor-Fenerbahçe. Rüştü’nün çıkardığı topları hala hatırlarım. Şampiyonluğu nasıl getirdiğini… 1-0 geriye düştüğümüz maçı 2-1 yapıp şampiyon olmuştuk. Yarım saat içinde bulduğumuz iki golle maçı çevirip, şampiyonluğu Trabzon’un elinden almıştık. O gün, daha sonra takımdan yollanan Oğuz ve Aykut’un değil, Rüştü’nün şampiyon yaptığını düşünmüştüm bizi. Kahramanım olmuştu. Belki ilerleyen yıllarda kaleci olmamın sebebi o maçtı. Reflekslerim fena değildi. Çevik bir çocuktum.

   
          O günden bugüne dek, Fenerbahçe’nin 5-6 maçını izleyemedim sadece. Dışarı kaçan topumun yerine çok güzel bir top aldık bakkaldan. Bir daha öylesini bulamadım. Hep o bakkala gitmek istedim. Bir keresinde, televizyonsuz dolabın üzerinde duran sürahiyi kırdım. Çok mahcup oldum. Annem hiç kızmadı. Bu beni şaşırtmıştı. Annem hiç beklediğim anlarda bana kızmazdı. Harika bir anneydi doğrusu. Sonra neden benimle ilgilenmeyi bıraktı, bilmiyorum.

        Okocha’nın kırmızı kramponları, bir adet uzun kollu Tayfun Korkut forması, babaannemin 3 yaş doğum günümde aldığı sarı-lacivert futbol topu, Migros’ta görüp bittiğim kaleci eldiveni, günde yüzlerce ve binlerce kez topa vurmanın getirdiği kalın baldır, duran top kabiliyeti, Milan Rapajic’in Antalyaspor maçında girer girmez attığı frikik, ilk gittiğimiz Fenerbahçe maçında yine Rapajic’in frikikten Adanaspor’a gol atması, sülalece gittiğimiz Bursa maçında Revivo’nun mükemmel makası, o maçta ilk dakikada atılan konfetiler… Hiçbirini unutamam. Aslında size, elimin oyuncak çöp kamyonuna nasıl sıkıştığını anlatacaktım ama o, Burak Kut, başka günlere kalsın.. Şununla bitirelim: