Yılın son günleri yaklaştığında, “Enler Listesi” yaparım
içimden. “En Çok Sevindiğim Şey” “En Çok Üzüldüğüm Şey” “En Çok Güldüğüm An” “En
Beğendiğim 10 Film”… Ve yaylıları kullanışı canıma kasteden Vivaldi’nin 4
Mevsimi daima yorgun fakat bir Çin İşkencesi kıvamında, damla damla umutla
geçer. Bu gibi saçmalıklar yüzünden bazen “keşke hiç bilgisayar görmemiş
olsaydım” diyorum. Çünkü 5 yaşımdayken
hayatıma giren bu alet gibi dosyalama ihtiyacı duyuyorum aklımı. Benim kötü
arkadaşım… Halbuki cep telefonsuz ve bilgisayarsız, rüzgar hala rüzgar, Camel
hala Camel olurdu. Lakin yadsıyamam, getirisi de çoktur bunların. Hayatımın
aşkını mesela; utangaçlığımdan dolayı bu sayede daha iyi tanıdım, tanıştık,
konuştuk… Yaşamın mı yoksa ideolojinin mi bilmem, kapımın önüne bıraktığı
sorulardan yalnızca biridir; “İki ucu boklu değnek” olması çokça şeyin.
Ve şüphesiz, doğduktan sonra adı konan Kapitalizm, evrildiği
yere metropoller, kültür koruma telaşı ve gökdelenler koydu bugün. Birinin
ismini doğduktan sonra koymak, neden örnekse 2. Dünya Savaşı’na sonradan 2.
Dünya Savaşı demeye benzemez ki?
“Kozmopolitan” bir dergi ismi, metropoller insanların akın
ettiği yerler, ve Mazlov’un Hiyerarşisi’nin “güvenlik” kısmı, sapasağlam
yerinde durduğu için, bugün AVM’ler kalabalık bu denli. Bu yüzden Avrupa’da az
sayıları. İşte bu salakça şeylerden sonra, varacağım sonuç çok kısadır aslında.
İstanbul, hala fethedilmemiştir. Bunu dolaylı veya fiili anlamda gerçekleştiren
Fatih Sultan Mehmet, aslında atlattığı çağın çok daha ertesine öncülük
etmiştir. Çünkü İstanbul, herkesin kaybolduğu, kimsenin sahip olamadığı,
kimsenin sahip olamayacağı ve yalnızca bazı akşamüstleri yanında
durabileceğiniz bir şehirdir. Yıl oldu 2012, İstanbul hala bulamadı Fatih’ini.
Birçok ya da sanırım her metropol gibi. Ve galiba yok etmek, gerçekten
kazanmanın tek yoludur.
O zamanlar oymalı koltuklar modaydı.
Bizim de salonumuzda arz-ı endam ediyorlardı haliyle. Kirli beyazlardı ve
kirlendikçe daha kirli beyaz oldular. Dikişlerini ve geçişlerini kamufle etmeye
çalışan garip, don lastiği gibi şeritlerini gizli gizli sökerdim. Sonra o
şeritler nedense sararmaya başladı. Belki ben uyuduğumda, babam salonda sigara
içtiğinden..
Salonumuz haliyle soğuktu. Çünkü
genelde oturma odasında oturulurdu (televizyon oradaydı). Üzerinde televizyon
olmayan bir televizyon sehpası, aynalı bir vitrin-dolap, önünde oval bir masa
ve 6 sandalye. Kapanmış balkonun yanında..
Benim hareketliliğimden; salondaki
sehpa ayaklarımın üzerine basmaya başladığım an kaldırılmıştı. Koştururdum.
Koltukları kale yapıp, kendi kendime maç yapardım. Hiç dışarı çıkmazdım. Hakan
vardı, soyadını hatırlayamadığım, Fenerbahçe’de oynayan. Hep o olurdum. 95-96
Kadrosunu ezberden sayardım. Hala sayarım. Son dakika gollerini hep Tarık’ın
pasıyla Hakan atardı. Hakan sonra ne oldu bilmiyorum ama Tarık uyuşturucu
işlerine karıştı. Futbolu erken yaşta bıraktı. Hakan’ın ismini, Tarık’ın sarı
saçlarını severdim. Högh’e pek top gelmezdi izlediğim maçlarda, bu yüzden ona
da gol attırırdım. Lakin nasıl bir içgüdüyse, savunma oyuncusu olduğunu
bildiğim için ancak sürpriz golleri o atardı. O da sarışındı ve Danimarkalıydı.
Danimarka Bayrağını çok severdim. Atlasın o rengârenkliği sayesinde tüm
bayrakları ezbere biliyordum. Högh 40’lı yaşlarda kansere yakalandı. Uche’yi de
severdim. İri-yarı bir zenciydi. Bu topraklardan yetişmiş insanların neredeyse
hepsi gibi, ben de zencilere bir sempati duyardım. Uche 43 yaşında ve Nijerya’da
hala futbol oynuyor. Hafta sonları, alt katta oturan amcam bize gelirdi maç
izlemeye. Babam, amcam ve ben dizilirdik. O maç top kimin ayağına az değdiyse,
ertesi gün evin salonunda topu koltuğa yollardı. O zamanlar içi yumuşak toplar
yoktu. Bakkaldan plastik top alırdık. Fakat ilk aldığımızda daima sert gelirdi
bana. Birkaç gün sonra kıvama gelirdi. O toplara gözüm gibi bakardım. Bir gün,
salonda açık camı kapatmak istemiştim. Hava çok sıcaktı. Babam izin vermedi. “Ama
top dışarı kaçar” dediğimde babam “Kaçmaz kaçmaz” diye ısrar etmişti. Birkaç
dakika sonra top camdan dışarı uçtu ve sanki kara delikte kayboldu. Topun
peşinden cama gittim. Dönüp babama baktım. Kendimi tutamadım, ağlamaya
başladım.
İlk 90 dakika izlediğim maç, meşhur
şampiyonluk maçıydı: Trabzonspor-Fenerbahçe. Rüştü’nün çıkardığı topları hala
hatırlarım. Şampiyonluğu nasıl getirdiğini… 1-0 geriye düştüğümüz maçı 2-1
yapıp şampiyon olmuştuk. Yarım saat içinde bulduğumuz iki golle maçı çevirip,
şampiyonluğu Trabzon’un elinden almıştık. O gün, daha sonra takımdan yollanan
Oğuz ve Aykut’un değil, Rüştü’nün şampiyon yaptığını düşünmüştüm bizi.
Kahramanım olmuştu. Belki ilerleyen yıllarda kaleci olmamın sebebi o maçtı.
Reflekslerim fena değildi. Çevik bir çocuktum.
O günden bugüne dek, Fenerbahçe’nin
5-6 maçını izleyemedim sadece. Dışarı kaçan topumun yerine çok güzel bir top aldık
bakkaldan. Bir daha öylesini bulamadım. Hep o bakkala gitmek istedim. Bir
keresinde, televizyonsuz dolabın üzerinde duran sürahiyi kırdım. Çok mahcup
oldum. Annem hiç kızmadı. Bu beni şaşırtmıştı. Annem hiç beklediğim anlarda
bana kızmazdı. Harika bir anneydi doğrusu. Sonra neden benimle ilgilenmeyi
bıraktı, bilmiyorum.
Okocha’nın kırmızı kramponları, bir
adet uzun kollu Tayfun Korkut forması, babaannemin 3 yaş doğum günümde aldığı
sarı-lacivert futbol topu, Migros’ta görüp bittiğim kaleci eldiveni, günde
yüzlerce ve binlerce kez topa vurmanın getirdiği kalın baldır, duran top
kabiliyeti, Milan Rapajic’in Antalyaspor maçında girer girmez attığı frikik,
ilk gittiğimiz Fenerbahçe maçında yine Rapajic’in frikikten Adanaspor’a gol
atması, sülalece gittiğimiz Bursa maçında Revivo’nun mükemmel makası, o maçta
ilk dakikada atılan konfetiler… Hiçbirini unutamam. Aslında size, elimin
oyuncak çöp kamyonuna nasıl sıkıştığını anlatacaktım ama o, Burak Kut, başka
günlere kalsın.. Şununla bitirelim: