29 Kas 2012

Oralet Sevgisi


            Dün makarna yaparken içecek bir şeyler aradım. Dolap boş, su? Susayınca bile içmem. Kahve? Yemekle mi? A, oralet tozu vardı. Soğuk suya katsam?

            Bunun üzerine, nereden estiyse (Yemek tarifi gibi bir girizgah. Bloglarda ve kitaplarda devamı şöyle gelir bunun; “…Nereden estiyse oralet tozunu hafif sulandırıp pesto sosuna katmaya karar verdim. Önce bir bardakla denedim biraz cıvık oldu. Ardından yarım bardak kattım. Sonuç: Şahaneydi.”) ne diyorduk? Nereden estiyse oraleti ilk ne zaman içtiğimi düşündüm. Buldum. Mozaik pasta, uzun koridor, ilginç ev kokusu; “İsmet Ablalar!” İsmet Abla, annemin Bakırköy, Osmaniye’den arkadaşı. O semtte yaşadığımız hayatımın ilk 5 yıl kadarı boyunca, gittiğimiz en uzak yer onların eviydi (yaklaşık 10 apartman öte) (ne kadar çok dikkat dağıtıcı parantez kullandım) (nasıl toparlayacağım bu durumu?) (yeni bir paragraf?!).

            İsmet Abla’nın iki oğlu vardı. Biri Ahmet, diğeri Mehmet. Aralarında 5-6 yaş var. Ahmet küçük. Benim Ahmet ile aramda da 4-5 yaş var. Yani bu “birkaç yaş büyükle takılınca bayağı açılan ufuk” onlarla gerçekleşiyor. Euro 96 çıkartma albümümün “fazlalarını” onlarla takas ediyorum mesela. David Platt’la Steve McManaman’ı değişiyoruz. İngiltere’nin orta alanı güzelce temelleniyor böylece. Onların verdiği McManaman’ı pek seviyorum. Sonraları Real Madrid’e transfer oluyor, daha çok seviyorum. Ortak paydamız genellikle futbol. İç vurmayı Ahmet’ten öğreniyorum. İsimleriyle hitap ediyorum onlara. Etrafımdaki çoğu kişiye annem ve babamın hitap ettiği gibi hitap ediyorum. Aslında şöyle bir statü var kurduğum, etrafımdaki en yüksek kademedeki insan gibi hitap ediyorum insanlara. Mesela Ali Amca’nın eşi Makbule Yenge, herkes ona Makbule Yenge diyor. En üstten hitap eden kişi Ali Amca. “Makbule” diyor. Ben de Makbule diyorum. Eğer bir akraba sıfatıyla, başına isim eklemeden çağırabiliyorsam, öyle çağırıyorum veya (teyze, abla ama x teyze yok). Bu garip şey bana büyük ihtimalle annemden bulaştı. Annem hitap konusunda yer-yüzünün en büyük sıkıntılarına sahip. Çoğu kişiye hitap edemiyor. Hayatındaki en önemli 4 kişiden 2’sine hitap edemiyor. İsim veya yerine geçen bir şey söyleyemiyor. Bu, bir filmde, edebi eserde filan işleseniz “abartılı duracak” bir sorun. İşin garibi hitap edemediği kişiler bunun farkında mı emin değilim. Neyse buradan yürürsek epey gideriz yine.

            Boş kaset ve kaset doldurmak gibi kavramları da Ahmetlerde öğreniyorum. Benim için çok eğlenceli bir yer. Ahmet’le Mehmet mütemadiyen kavga ediyorlar (yaralamayan şiddet içeriyor bunlar) ve ben izlerken eğleniyorum. Hatta onlar da eğleniyorlar. Kavga ve şiddet kavramları hayatıma reel olarak girmediği için, düşünürken gerilmediğim tek kavga tipidir onlarınki. Belki bu kavramları ters köşeden hayatıma soktukları için bu kavramlar zihnimi bu denli etkiliyor.

            Evlerinde top yok ama çoraptan top yapıp oynuyorlar. Hiç de yamuk-yumuk olmayan toplar hem de. Yerden vurunca dümdüz giden toplar. Kapıyı kale yapıyorlar hem. Benim kalelerim koltuklar.

            Sokakta futbol oynuyorlar. Top arabaların altına kaçıyor, yandaki apartmanın boşluğuna kaçıyor, yola kaçıyor ama oynuyorlar. Topa bu kadar hunharca davranabiliyor olmaları garip geliyor. Hatta apartmanlarında “Ayı Sezai” diye bir çocuk var, topu dikiyor ve top gökyüzünde yok oluyor.

            Ahmet’le Mehmet aynı odada kalıyor. Odalarında ranza var. Merdivenine tırmanmaya korktuğum için Mehmet beni kucaklayıp tepeye koyuyor. Tam hayal ettiğim gibi bir odaları var. Ranza, ufak bir teyp… Lakin araba oynayacak yerleri yok. Küçük arabaları çok az ayrıca. Küçük arabalarının olmamasını yadırgıyorum.

            İsmet Abla ise mozaik pasta gibi bilumum sevdiğim tatlıları yapıyor ve ilk oraletimi ve akabindeki oraletlerimi hep orada içiyorum. Onlar yemekle sıcak şeyler içmeyi seviyor. Sütü ısıtmaları garip değil, sütü soğuk haliyle anaokulunda içiyorum ilk…
            İsmet Abla etrafımdakilere göre çokça “Allah” diyor. Anneannemin beni okuyup üflemeleri ve babaannemin arabaya binme ritüeli “Bissssmil” dışında Tanrı’yla aramda bir bağ yok.

            Bir gün İsmet Abla bana cevşen armağan ediyor. Boynuma takıyor. “Hep taşı” diyor “bunu”. Dualı filanca bir şey olduğunu anlıyorum. Akşam babam boynumda görüyor. “Ne bu?” diyor, kıyameti koparıyor. Küçücük çocuğu dine bulaştırmaktan başlıyor sinirli ve uzun tiradı. İkisi de iyi niyetliler ve kendilerince haklılar. Yine de babamın anneme bunun için kızmasını anlamıyorum. Hem İsmet Abla bana cevşeni kötü niyetle vermiyor. Yani öyle düşünüyorum. Bütün kavgalarda olduğu gibi yine annemin tarafını tutuyorum. Cevşeni bir daha takmıyorum. Cevşen o günden sonra bana manalı, ilahi geliyor. Evimin kapısında asılı duruyor şimdi. Boynuma, elime bir şeyler takıştırmayı da belki o günden sonra seviyorum. Oralet ise hala bana “arada bir içilmesi gereken” bir içecek gibi geliyor hep onlara gidince içtiğimden. Az eşyalı evimde İsmet Ablalardan kalan iki eşya duruyor. Yazarken aklıma düşen Euro 96 albümümü annemlerde bulabilirsem üç dahi olabilir.

            Yıllar sonra İsmet Ablalara gidiyoruz. Yine kapıdan girerken başımı döndüren garip koku. Aynı eşyalar… Mehmet çalışıyor, Ahmet üniversitede. Odalarının nizamı bile bozulmamış. İsmet Abla’nın saçları beyazlamış ve salonlarının duvarında evlerinde çekilmiş bir fotoğraf duruyor. Fotoğrafta Abdullah Gül, Ahmetlerin babasının yanına oturmuş gülümsüyor. 

23 Kas 2012

Art-ez-yen

Bazen böyle berbat şiirlerimi beğenebiliyorum. Kendimce yeni bir kitap için dosya oluştururken önüme geldi. Dergiye versem utanırım, kitaba girmez... Silmeye de kıyamadım. Sanki suya bıraksam boğulacak işte...


Art-ez-yen

-Aynı döngünün başka köşesi
En kuytusu zamanın-

Yazıp sildiğim dönümlerce
Gün dönümüne
Pus çökmüştü
Ardıma döndüğümde

Sezaryen doğan kuşlar
En ucuna kondular erişebildiğime
Artezyenden çok
Direndim diyebilirim
Kendi kendime
Kendime
Kendime

Dikit-sarkıt ne bulduysa
Önüme koydu
Çok tuhaf bağlar ve bağıllar
Gözün ardına
Odağın yamacına
Susana dek
Söylemedim

Şimdi daha mı iyiyim
Kim bilir
Fakat ben çıkıp içimden
Düşünerek
Ve düşündükçe
Gittim
Gittim
Kendimden

21 Kas 2012

Das Leben Der Anderen


            Bir Zamanlar Anadolu’da filmini perdede izlediğimden beri bu kadar üst düzey bir film izlememiştim. Das Leben Der Anderen; “Başkalarının Hayatı”, Avrupa Film Ödülleri, BAFTA Film Ödülleri, En İyi Yabancı Film Oscar Ödülü gibi bilumum ödülleri toplamış 2006-2008 yılları arasında (2007 Oscar). Bu arada yönetmen Florian Henckel von Donnersmarck’ın da ilk filmi.

            Film, Doğu Almanya’nın paranoya yaratan Güvenlik Bakanlığı; Stasi’nin bir yazarın evini dinlemeye başlamasından ibaret. Stasi ile ilgili internette sürüyle korkunç bilgi bulabilirsiniz. Fişlemek konusunda hakikaten üstlerine yok. Sosyalizmin de sadece bir etiket olarak kaldığını, aslında herkesin bu makineleşmiş düzeni kendisine göre çekiştirip, yorumladığını görüyoruz. Filmden çıkarılabilecek o kadar çok alt-metin ve his var ki, tek tek anlatmaya, yorumlamaya kalkarsam sayfalarca yazarım.

            Bu arada yönetmenin bakış açısı tam bir “Alman” gibi. Temiz planlar, sade dekorlar, soğuk renkler…. Ülkelerin kültürlerine, yaşayışlarına göre film çekiyor olmaları enteresan. Sinemanın sayısız güzelliklerinden biri de bu. Hiçbir yan hikayeye gerek bırakmadan, harika kurgusu ve iyi temellendirilmiş karakterleriyle film beni sürükleyip götürdü. İnsanın vicdan ve ego arasındaki yolculuğunu, polis devletin gaddarlığını görmelisiniz. Kısaca; insanı, insanlığı bundan daha iyi anlatmak çok zor.

Filmin Notu: 9.4 / 10

Yeraltı


            Demirkubuz’un “Yeraltından Notlar” uyarlaması Yeraltı. Atlanan ve çok büyük bir “es geçme” olduğunu düşündüğüm, Dostoyevski tekniği ve romanının en kilit noktalarından biri olan “Tanrısallık” filmde yoktu. Dostoyevski bunu bilerek mi yapmıştır bilmiyorum. Çünkü romancının kendisi bile bazı dengeleri fark etmeden kurar; romanlarında ya anlatım, ya baş karakter ya da olaylar, karakterlerin hepsini iyi ve kötü yanlarıyla gösterir. Bu cümleyi şöyle tamamlamak icap ediyor: Eğer X karakteri, baş karakterimize göre yalancıysa (ki baş karakter epey etraflı düşünebildiği için zaten insanları iyi ve kötü taraflarıyla göstermeyi başarır) daha sonra kritik bir noktada doğru söyleyerek baş karakteri yalanlar. Ya da yalancıdır ama cömerttir atıyorum... Fakat filmde bu bakış açısı yoktu. Karakterler sübjektif yansıtılmıştı.
            Baş karakterimiz Muharrem üzerinden, kişisel ve toplumsal bir sorgulamaya geçiş üzerine kuruluydu konu. Muharrem’in kendi iç karmaşasındaki çeşitli noktaların izleyiciyi yakalaması ve rahatsız etmesi bekleniyordu. Roman ve Dostoyevski Romanı da bunu yapmaya çalışıyor. Baş karakterin içsel çözümlemelerine oluşan empati ve artık karakterin tarafını tutan okuyucu. Karakterin tarafını tutmak elbette sübjektif bir unsur oluşturuyor. Bunun nedeni diğer karakterlerin iç dünyasını bilmiyor oluşumuz. Oysa filmde Muharrem’in “kötü” kodladığı arkadaşları gerçekten kötü. Belki de söylediği kadar kötü olmasalar bu sorun ortadan kalkabilirdi. Son değindiğim Gergedan Mevsimi filmindeki empati kurdurtma yoksunluğu, bu filmde daha teknik ve karmaşık olarak var. O filmin sorununu çözmek daha basitti bir sinemacı açısından…

            Oluşan bu sübjektif tablo dışında empati yoksunluğu yaratan ikinci unsur teknik. İmge-imgelem yaratmak için çekilen uzun sahnelerde oyuncuların yüzlerini gördük hep. Fakat bu imgeleştirmeyi kendi kafamızda oluşturacak bir nesne, bundan önce bir hareketlilik veya bu durgunluğu oluşturacak nedeni biz anlayamadık. Anlasaydık harika empati kuracaktık. Ancak uzak olduğumuz ve sübjektif baktığımız bir karakterin yüzüne uzun süre bakmak sadece sıkılmaya yol açıyor. Hatta karakterle anlatım-üstü bir ilişki kurulması gereken bu sahnelerde ben filmden ve karakterlerden soğudum. Bu imgelemeyi oluşturmak zor. Aşikar olan, oluşturamayınca ortaya büyük bir boşluk çıktığı.

            Oyunculukların yanında, filmin renkleri ve görüntü yönetmenliği çok başarılıydı. Kopukluğu ise senaryo ögesi oluşturuyordu. Zaman zaman kontrast renklerin oluşturduğu tablolar ilham vericiydi. Ne yazık ki, Demirkubuz’un çizgisinin altında bu film. Üstelik elinde bolca boşluk bulabileceği bir orta-sınıf varken. Söylemeden geçemeyeceğim, filmin sınıf-rütbe çatışmasını anlatış tarzını beğendim. Dostoyevski’nin kafa yorduğu, özellikle ordu ve yönetim üzerinden mütemadiyen yerdiği bir şey bu. Demirkubuz iyi düşünmüş lakin isabetsiz vurmuş. İyi bir katarsis de yakalamış halbuki.
Muharrem’in içinde tuttuğu şeyler dışına vururken, kendi içini daha fazla sorgulayıp kaybolması ve duygularının hızına yetişememesinin de onda farklı duygular oluşturması, bu duygularla beraber artık hissiyatını ve duygularını iyice kontrol edememesi ve bastırdığı duyguların zaman zaman sert biçimde, kontrolsüz olarak ortaya çıkmasını gördük. Kusacağını bilerek sarhoş olmaktan zevk almak insanın çok derininde. Keşke biraz daha iyi anlatılabilseydi. Ki bazı varoluşsal soruları yerinde ve düşündürücüydü.

Filmin Notu: 7.0 / 10

3 Kas 2012

Çipetpetpetpet Çipetpetpetpet Cibili Cibili Cibili Şak Şak Şak Şak


İstanbul'un Kuşçuları, İstanbul'da yaşayan kuş aşıklarını ele alan, İstanbul'u daha içeriden öğrenebileceğiniz, harika adamların olduğu, kötü kurgulu bir belgesel. Arnavut Şevket Ağabeyimiz için izlenir sırf.

Fasle Kargadan


            Hayattaki  neredeyse her şeyi: Savaşları, aileleri, kişileri ve aşkı basite indirgiyor Gergedan Mevsimi. Aslında bu “basitin” üzerindeki katlarca ağırlığı, getirdiği sonsuz açılımları ve karmaşıklığı da gözler önüne seriyor.
         İran’daki devrim sürecinde tutuklanıp 27 yıl hapis yatan bir Kürt şairin aşkını anlatıyor film. Fakat filmin kullandığı imgelerin birinden gidelim; “su altında” cinsellik var. Aynı kadına aşık olan iki adamın farklı nedenlerle bastırdığı aşkı, bir süre sonra cinselliğe dönüşüyor. Bu iki adam, kadın, devrim  ve İran… Çok şeyin altında salt “bastırılmış cinsellik” olabileceğini görüyoruz. Özellikle doğuya, Ortadoğu’ya, bu coğrafyaya ait sorunların “bastırılmak” kaynaklı olduğunu görüyoruz. Ait olduğu sınıf nedeniyle ezilen bir şoförün, gücü (iktidarı) ele aldığında ne denli vahşi olabildiğini görüyoruz. Bu hem hayat, hem aşk konusunda geçerli… Bastırılmış olan mutlak bir karşılığa, hatta şiddete yol açıyor. Gücü ele alanın, ezileni unutuşuna acıyla şahit oluyoruz. Oluşan bu diyalektiğin geri kalanına filmi izleyerek şahit olabilirsiniz.

         Film, Cannes Film Festivali’ne alınmadı. Alınmamak için de geçerli olabilecek nedenler var. Bahman Ghobadi önceki filmlerine kilit noktalarda o kadar çok gönderme yapmış ki, filmin değerlendirilmeye öncekilerle beraber alınması mantıklı olabilir belki de.

         Filmde kurgunun ve hikayenin belli bir düzende gitmemesi ve karakterlerin yeterince temellendirilmemesi nedeniyle (ki bu karakterler imgeye yakın olduğu için bir tercihtir muhtemelen) seyircinin kendini sorgulama süreci biraz yarım kalıyor. Takip bir yandan durağan filmi hızlı kılarken, bir yandan da seyirciyi biraz üçüncü kişiye döndürüyor yani. Bu coğrafya filmlerinde seyirci ya 1. kişidir aslında, ya da 3 ile 1 arasında bir yerdedir. Bu sebepten anlatımda hafif bir burukluk mevcut. Ghobadi’nin çokça yakın plan tercih etmesi de, seyircinin sahneyi kendi içinde imgelendirmesinden çok, karşıdakini anlamaya çalışmasına itiyor. Sözün özü bir empati yoksunluğu var. Yine de hikaye zaman zaman öyle çarpıcı anlatılıyor ki, tam tersi bunu sorgulamıyorsunuz.


         Görüntü yönetmenliği şahane. Ghobadi’nin portreleri ve bazı açıları diğer yönetmenleri üzecek kadar iyi. Filmin herhangi bir karesini çerçeveleyip duvara asabilirsiniz. Genellikle es geçilebilen veya önemsenmeyen “araba-içi” sahneler ders niteliğinde. Karakterlerin aslında ölmüş olmaları nedeniyle yüzlerinde bir beyazlık var. Seyirci açısından yorucu ama iyi kotarılmış. Renkler hep monokrom gidilmiş. Anlatırsam tılsımı kaçar, bu yüzden çeşitli sahneleri ballandıramıyorum.

         Yılmaz Erdoğan yine çok iyi, Monica Belluci’nin role fazladan bir katkısı yok. Beren Saat’in oyunculuk için çeşitlemelere ihtiyacı var ve hala büyük sahnelerde sorunları var. Baş karakter Sahel’in yaşlılığını oynayan Behrouz Vossoughi gayet iyi; yüzüne bakarken dahi acı çekiyoruz.

         Film, Ghobadi’nin diğer filmlerinden bir seviye altta; dünya sinemasındaki birçok örneğin önünde. Yola çıkılan nokta güzel, senaryoda ufak gedikler var lakin sırf görüntüler için bile izlenir. İran Sineması’nın fark edilişi çok güzel, oluşturduğu çizgi takdire şayan... Özgün sinema dilleri, yıkabildikleri tabular ve birkaç yıldır yurtdışında da filmlerini tanıtmaları sayesinde, rahatça diyebiliriz ki sinemanın en formda ülkesi İran. Umarım Amerikan Sineması’nın (belki de Hollywood demeli) oluşturduğu sanatla alakasız tabuları ve kuralları diğer ülkelerin yıkmasına da öncü olurlar. “Sanat” ve “tabu” çok uzak noktalar. “Popüler” dediğimiz şırınga, aslında “tabu” aşılar.

Filmin Notu: 8.4 / 10