Dün makarna yaparken içecek bir şeyler aradım. Dolap boş,
su? Susayınca bile içmem. Kahve? Yemekle mi? A, oralet tozu vardı. Soğuk suya
katsam?
Bunun üzerine, nereden estiyse (Yemek tarifi gibi bir
girizgah. Bloglarda ve kitaplarda devamı şöyle gelir bunun; “…Nereden estiyse
oralet tozunu hafif sulandırıp pesto sosuna katmaya karar verdim. Önce bir
bardakla denedim biraz cıvık oldu. Ardından yarım bardak kattım. Sonuç:
Şahaneydi.”) ne diyorduk? Nereden estiyse oraleti ilk ne zaman içtiğimi
düşündüm. Buldum. Mozaik pasta, uzun koridor, ilginç ev kokusu; “İsmet Ablalar!”
İsmet Abla, annemin Bakırköy, Osmaniye’den arkadaşı. O semtte yaşadığımız
hayatımın ilk 5 yıl kadarı boyunca, gittiğimiz en uzak yer onların eviydi
(yaklaşık 10 apartman öte) (ne kadar çok dikkat dağıtıcı parantez kullandım)
(nasıl toparlayacağım bu durumu?) (yeni bir paragraf?!).
İsmet Abla’nın iki oğlu vardı. Biri Ahmet, diğeri Mehmet.
Aralarında 5-6 yaş var. Ahmet küçük. Benim Ahmet ile aramda da 4-5 yaş var.
Yani bu “birkaç yaş büyükle takılınca bayağı açılan ufuk” onlarla
gerçekleşiyor. Euro 96 çıkartma albümümün “fazlalarını” onlarla takas ediyorum
mesela. David Platt’la Steve McManaman’ı değişiyoruz. İngiltere’nin orta alanı
güzelce temelleniyor böylece. Onların verdiği McManaman’ı pek seviyorum.
Sonraları Real Madrid’e transfer oluyor, daha çok seviyorum. Ortak paydamız
genellikle futbol. İç vurmayı Ahmet’ten öğreniyorum. İsimleriyle hitap ediyorum
onlara. Etrafımdaki çoğu kişiye annem ve babamın hitap ettiği gibi hitap ediyorum.
Aslında şöyle bir statü var kurduğum, etrafımdaki en yüksek kademedeki insan
gibi hitap ediyorum insanlara. Mesela Ali Amca’nın eşi Makbule Yenge, herkes
ona Makbule Yenge diyor. En üstten hitap eden kişi Ali Amca. “Makbule” diyor.
Ben de Makbule diyorum. Eğer bir akraba sıfatıyla, başına isim eklemeden
çağırabiliyorsam, öyle çağırıyorum veya (teyze, abla ama x teyze yok). Bu garip
şey bana büyük ihtimalle annemden bulaştı. Annem hitap konusunda yer-yüzünün en
büyük sıkıntılarına sahip. Çoğu kişiye hitap edemiyor. Hayatındaki en önemli 4
kişiden 2’sine hitap edemiyor. İsim veya yerine geçen bir şey söyleyemiyor. Bu,
bir filmde, edebi eserde filan işleseniz “abartılı duracak” bir sorun. İşin
garibi hitap edemediği kişiler bunun farkında mı emin değilim. Neyse buradan
yürürsek epey gideriz yine.
Boş kaset ve kaset doldurmak gibi kavramları da
Ahmetlerde öğreniyorum. Benim için çok eğlenceli bir yer. Ahmet’le Mehmet
mütemadiyen kavga ediyorlar (yaralamayan şiddet içeriyor bunlar) ve ben
izlerken eğleniyorum. Hatta onlar da eğleniyorlar. Kavga ve şiddet kavramları
hayatıma reel olarak girmediği için, düşünürken gerilmediğim tek kavga tipidir
onlarınki. Belki bu kavramları ters köşeden hayatıma soktukları için bu
kavramlar zihnimi bu denli etkiliyor.
Evlerinde top yok ama çoraptan top yapıp oynuyorlar. Hiç
de yamuk-yumuk olmayan toplar hem de. Yerden vurunca dümdüz giden toplar.
Kapıyı kale yapıyorlar hem. Benim kalelerim koltuklar.
Sokakta futbol oynuyorlar. Top arabaların altına kaçıyor,
yandaki apartmanın boşluğuna kaçıyor, yola kaçıyor ama oynuyorlar. Topa bu
kadar hunharca davranabiliyor olmaları garip geliyor. Hatta apartmanlarında “Ayı
Sezai” diye bir çocuk var, topu dikiyor ve top gökyüzünde yok oluyor.
Ahmet’le Mehmet aynı odada kalıyor. Odalarında ranza var.
Merdivenine tırmanmaya korktuğum için Mehmet beni kucaklayıp tepeye koyuyor.
Tam hayal ettiğim gibi bir odaları var. Ranza, ufak bir teyp… Lakin araba
oynayacak yerleri yok. Küçük arabaları çok az ayrıca. Küçük arabalarının
olmamasını yadırgıyorum.
İsmet Abla ise mozaik pasta gibi bilumum sevdiğim
tatlıları yapıyor ve ilk oraletimi ve akabindeki oraletlerimi hep orada
içiyorum. Onlar yemekle sıcak şeyler içmeyi seviyor. Sütü ısıtmaları garip
değil, sütü soğuk haliyle anaokulunda içiyorum ilk…
İsmet Abla etrafımdakilere göre çokça “Allah” diyor.
Anneannemin beni okuyup üflemeleri ve babaannemin arabaya binme ritüeli “Bissssmil”
dışında Tanrı’yla aramda bir bağ yok.
Bir gün İsmet Abla bana cevşen armağan ediyor. Boynuma takıyor.
“Hep taşı” diyor “bunu”. Dualı filanca bir şey olduğunu anlıyorum. Akşam babam
boynumda görüyor. “Ne bu?” diyor, kıyameti koparıyor. Küçücük çocuğu dine
bulaştırmaktan başlıyor sinirli ve uzun tiradı. İkisi de iyi niyetliler ve
kendilerince haklılar. Yine de babamın anneme bunun için kızmasını anlamıyorum.
Hem İsmet Abla bana cevşeni kötü niyetle vermiyor. Yani öyle düşünüyorum. Bütün
kavgalarda olduğu gibi yine annemin tarafını tutuyorum. Cevşeni bir daha
takmıyorum. Cevşen o günden sonra bana manalı, ilahi geliyor. Evimin kapısında
asılı duruyor şimdi. Boynuma, elime bir şeyler takıştırmayı da belki o günden
sonra seviyorum. Oralet ise hala bana “arada bir içilmesi gereken” bir içecek
gibi geliyor hep onlara gidince içtiğimden. Az eşyalı evimde İsmet Ablalardan
kalan iki eşya duruyor. Yazarken aklıma düşen Euro 96 albümümü annemlerde
bulabilirsem üç dahi olabilir.
Yıllar sonra İsmet Ablalara gidiyoruz. Yine kapıdan
girerken başımı döndüren garip koku. Aynı eşyalar… Mehmet çalışıyor, Ahmet
üniversitede. Odalarının nizamı bile bozulmamış. İsmet Abla’nın saçları
beyazlamış ve salonlarının duvarında evlerinde çekilmiş bir fotoğraf duruyor.
Fotoğrafta Abdullah Gül, Ahmetlerin babasının yanına oturmuş gülümsüyor.