Ne okuduklarımın, ne de izlediklerim hepsini
hatırlıyorum. Ya da bana öyle geliyor. Neyse…
Alper Canıgüz’ün Oğullar ve Rencide Ruhlar isimli
romanı 7.000 tavsiye barajını aştığı için okumaya koyuldum. Aslında daha çok,
Kutay’ın Alper Kamu Cehennem Çiçeği kitabından harikulade bir pasaj
okumasıyla bu kararı aldım. Çok eğlendim. Günümüz edebiyatının nadide
örneklerinden; Oğullar ve Rencide Ruhlar.
İki kitap da, Alper Kamu isimli 5 yaşındaki detektifin
çözmeye çalıştığı cinayetler üzerine. Oğullar ve Rencide Ruhlar, Cehennem
Çiçeğine oranla daha akıcı. Lakin, Oğullar ve Rencide Ruhlar’ın kitabın geri
kalanına çok ters bir bölümü var (her açıdan ters) ve orayı okurken oldukça
yoruldum. Cehennem Çiçeği’nde ise, Alper Canıgüz kitaba başlarken biraz
zorlanmış, önceki kitabın havasını yakalamak konusunda endişelenmiş gibiydi. Bu
okurken zorlamasa da, garip. Yine de iki kitap da okuduktan sonra damakta
kalıyor. Alper Kamu, ahde vefa örneği göstererek tıpkı ismini aldığı Albert
Camus gibi intiharı da sorguluyor. Gerisini anlatmayayım çünkü keşfetmek ve
okumak çok zevkli iki kitabı ve 5 yaşındaki düşünürümüzü.
Bu iki kitabı birer günde okumanın verdiği coşkuyla,
Alper Canıgüz’ün tüm kitaplarını bitirmeye niyetlendim. Gizliajans’ı okudum. İşsiz bir metin
yazarının, bir reklam şirketinde çalışmaya başlaması üzerine başına gelen;
tahmin edilmesi güç olayları anlatıyor. Diğer kitaplardan aldığım tadı bu
kitaptan aldığımı söyleyemem. Bu yüzden tavsiye edemiyorum. Yine de gaza
gelinirse okunabilir. Bu kitaptan sonra, diğer roman Tatlı Rüyalar’a başladım
ancak Gizliajans’la gazım öyle kaçtı ki yarıda bıraktım. Elimdeki kitapları
bitirince başlayacağım (acaba bunu dediğim kaç kitabı okuyorum sonra?).
Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı’nı
okuyorum. Bulduğum boşluklarda okuduğumdan, henüz bitiremedim. Portatif kitap
olarak kullanıyorum yani… Epey ilgi çekici ama “portatif” sıfatı yüzünden evde
hiç okumuyorum.
Yeraltından Notlar’ı Boyut Yayıncılık’tan
almıştım ve çevirisini beğenmemiştim (Boyut’tan alıp da çevirisini beğendiğim
kitap olmadı). Bu yüzden, Hasan Ali Yücel’in çevirisini aldım (İş Bankası
Yayınları). Yine de İletişim Yayınları’nın çevirisini mi alsaydım hala emin
değilim. Özellikle Rus yapıtlarının fevkalade kötü çevirileri olabiliyor. Ne
yazık ki paraya kıymak lazım.
Yine hatırlamadığım kitaplar var sanki…
Heh, Sinema, Benim Memleketim kitabını
okudum. Fatih Akın’la söyleşiler yer alıyor. Başta biyografik ve genel bir söyleşi
var, ardından filmlerine geçiliyor. Fatih Akın sevenler zaten
okumuştur-okuyacaktır. Gayet güzel. Söyleşi de iyi kırpılmış, yapılmış. Rahatça
okunuyor. Hayata bakışı ve filmleri ile ilgili bolca şey öğreniliyor Fatih Akın’ın.
Buradan topu sinemaya atalım.
Zeki Demirkubuz’un Masumiyet ve Kader ikilemesini
izledim. Kader’i önceden televizyonda izlemiştim. Masumiyet’i izledikten
sonra tekrar izledim. Masumiyet’te nedense
biraz İtalyan, biraz soğuk, biraz farklı bir hava var. İki film de ayrı güzel.
Kader’de Vildan Atasever’i yine çok beğendim. Bir de Masumiyet’te kullanılan
kamera mı kötü acaba? Masumiyet’i izleyince, aslında Kader’in sonunu da
neredeyse biliyor duruma geliyoruz. Masumiyet’in sonu ayrıca çarpıcı. Galiba
önce Kader’i izlemek daha mantıklı. Kader’in hikayesi zaten Masumiyet’te Haluk
Bilginer tarafından malum tiratla
anlatılıyor.
Wes Anderson, ismini oradan-buradan 2.000 kadar kez
duyduğum bir yönetmendi. Fakat ben de kendisini ısrarla ihmal edip unuttum.
İlk, Moonrise
Kingdom filmini Kutay ile izledik. Burada her şeyi başa döndüreyim: Wes
Anderson bağımsız bir yönetmen ve filmlerini masal misali teatral bir havada
çekiyor genelde. Canlı, pastel renkler kullanıyor ve neredeyse her şey simetrik
(Rushmore bu genellemeleri bozuyor). Moonrise Kingdom, izlediklerim içinde en
sevdiğim Wes Anderson filmi oldu. Serim bölümü hafiften geç verildiği için
hikayesini anlatmayı uygun bulmuyorum. Mutlaka Wes Anderson izlenmeli. Moonrise
Kingdom da bu adamın külliyatına başlarken doğru bir tercih olur. Rushmore’u
pek beğenmedim. The Royal Tenenbaums da pek hoştu. Her şeyi, bir benzetmeyle
özetlemeye çalışayım: Anderson sinemanın Van Gogh’u.
Kill Bill serisini (iki filme seri
denir mi acaba?) tekrar izledim. Nedense sevgim katlandı. Uma Thurman bu kadar
harika (!?) gelmemişti gözüme. Sanırım Django’dan çok seviyorum Kill Bill
serisini artık. Tarantino’nun bu filmde daha cesur denemeleri var ve filmin
detayları daha ince. Yine de Pulp Fiction’ın yeri başkadır. Inglourious
Basterds’ı da galiba Kill Bill kadar seviyorum.
Obrana I Zastita’yı izledik Filmekimi’nde.
Yani, Yabancı. Hırvatistan-Bosna Hersek ortak yapımı bu filmi Göktuğ’la pek
sevdik. Bir Tarkovsky kokusu almak mümkün filmden. Nuri Bilge’nin filmlerine de
pekala benzetebiliriz. Her şeye yabancı kalan bir adamın hikayesini anlatıyor
(tabi film duruma dayalı). Bu tip filmlerde olduğu gibi (genelleme yapmak ne
kötü) ilham verici ve demlendikçe açılan tipten. Gayet güzel. Göktuğ Heli’yi de
beğenmiş. Tavsiye ediyor.
Yine Göktuğ’la dün Gravity’yi izledik. Çocukluk
aşklarımdan Sandra Bullock’u üç boyutlu görme fırsatına eriştim ve yılların
yüzüne kondurduğu kırışıklıkları yakinen gördüm. Film 3 boyutlu. Uzayda
geçmesi, uzayı 3 boyutlu görmek heyecan verici. Hikayenin klişe ve vasat
yanları var. Çoğu üç boyutlu filmde olduğu üzere (Avatar dışındaki animasyonlar
bir yana) konu ve senaryo, günümüzden çok 10-15 yıl öncesinin klişelerine
dayanıyor. Yine de görsel kısmından dolayı görülebilir. 3 boyutlu izlenmezse
hiçbir halta benzemez ama…
İzlediklerimden de unuttuklarım oldu. Bari artık not
alayım şunları bilgisayarıma…