19 Eki 2013

Yediğim İçtiğim Benim Olsun

Ne okuduklarımın, ne de izlediklerim hepsini hatırlıyorum. Ya da bana öyle geliyor. Neyse…

Alper Canıgüz’ün Oğullar ve Rencide Ruhlar isimli romanı 7.000 tavsiye barajını aştığı için okumaya koyuldum. Aslında daha çok, Kutay’ın Alper Kamu Cehennem Çiçeği kitabından harikulade bir pasaj okumasıyla bu kararı aldım. Çok eğlendim. Günümüz edebiyatının nadide örneklerinden; Oğullar ve Rencide Ruhlar.

İki kitap da, Alper Kamu isimli 5 yaşındaki detektifin çözmeye çalıştığı cinayetler üzerine. Oğullar ve Rencide Ruhlar, Cehennem Çiçeğine oranla daha akıcı. Lakin, Oğullar ve Rencide Ruhlar’ın kitabın geri kalanına çok ters bir bölümü var (her açıdan ters) ve orayı okurken oldukça yoruldum. Cehennem Çiçeği’nde ise, Alper Canıgüz kitaba başlarken biraz zorlanmış, önceki kitabın havasını yakalamak konusunda endişelenmiş gibiydi. Bu okurken zorlamasa da, garip. Yine de iki kitap da okuduktan sonra damakta kalıyor. Alper Kamu, ahde vefa örneği göstererek tıpkı ismini aldığı Albert Camus gibi intiharı da sorguluyor. Gerisini anlatmayayım çünkü keşfetmek ve okumak çok zevkli iki kitabı ve 5 yaşındaki düşünürümüzü.

Bu iki kitabı birer günde okumanın verdiği coşkuyla, Alper Canıgüz’ün tüm kitaplarını bitirmeye niyetlendim.  Gizliajans’ı okudum. İşsiz bir metin yazarının, bir reklam şirketinde çalışmaya başlaması üzerine başına gelen; tahmin edilmesi güç olayları anlatıyor. Diğer kitaplardan aldığım tadı bu kitaptan aldığımı söyleyemem. Bu yüzden tavsiye edemiyorum. Yine de gaza gelinirse okunabilir. Bu kitaptan sonra, diğer roman Tatlı Rüyalar’a başladım ancak Gizliajans’la gazım öyle kaçtı ki yarıda bıraktım. Elimdeki kitapları bitirince başlayacağım (acaba bunu dediğim kaç kitabı okuyorum sonra?).

Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı’nı okuyorum. Bulduğum boşluklarda okuduğumdan, henüz bitiremedim. Portatif kitap olarak kullanıyorum yani… Epey ilgi çekici ama “portatif” sıfatı yüzünden evde hiç okumuyorum.

Yeraltından Notlar’ı Boyut Yayıncılık’tan almıştım ve çevirisini beğenmemiştim (Boyut’tan alıp da çevirisini beğendiğim kitap olmadı). Bu yüzden, Hasan Ali Yücel’in çevirisini aldım (İş Bankası Yayınları). Yine de İletişim Yayınları’nın çevirisini mi alsaydım hala emin değilim. Özellikle Rus yapıtlarının fevkalade kötü çevirileri olabiliyor. Ne yazık ki paraya kıymak lazım.

Yine hatırlamadığım kitaplar var sanki…

Heh, Sinema, Benim Memleketim kitabını okudum. Fatih Akın’la söyleşiler yer alıyor. Başta biyografik ve genel bir söyleşi var, ardından filmlerine geçiliyor. Fatih Akın sevenler zaten okumuştur-okuyacaktır. Gayet güzel. Söyleşi de iyi kırpılmış, yapılmış. Rahatça okunuyor. Hayata bakışı ve filmleri ile ilgili bolca şey öğreniliyor Fatih Akın’ın.

Buradan topu sinemaya atalım.

Zeki Demirkubuz’un Masumiyet ve Kader ikilemesini izledim. Kader’i önceden televizyonda izlemiştim. Masumiyet’i izledikten sonra  tekrar izledim. Masumiyet’te nedense biraz İtalyan, biraz soğuk, biraz farklı bir hava var. İki film de ayrı güzel. Kader’de Vildan Atasever’i yine çok beğendim. Bir de Masumiyet’te kullanılan kamera mı kötü acaba? Masumiyet’i izleyince, aslında Kader’in sonunu da neredeyse biliyor duruma geliyoruz. Masumiyet’in sonu ayrıca çarpıcı. Galiba önce Kader’i izlemek daha mantıklı. Kader’in hikayesi zaten Masumiyet’te Haluk Bilginer  tarafından malum tiratla anlatılıyor.

Wes Anderson, ismini oradan-buradan 2.000 kadar kez duyduğum bir yönetmendi. Fakat ben de kendisini ısrarla ihmal edip unuttum. İlk, Moonrise Kingdom filmini Kutay ile izledik. Burada her şeyi başa döndüreyim: Wes Anderson bağımsız bir yönetmen ve filmlerini masal misali teatral bir havada çekiyor genelde. Canlı, pastel renkler kullanıyor ve neredeyse her şey simetrik (Rushmore bu genellemeleri bozuyor). Moonrise Kingdom, izlediklerim içinde en sevdiğim Wes Anderson filmi oldu. Serim bölümü hafiften geç verildiği için hikayesini anlatmayı uygun bulmuyorum. Mutlaka Wes Anderson izlenmeli. Moonrise Kingdom da bu adamın külliyatına başlarken doğru bir tercih olur. Rushmore’u pek beğenmedim. The Royal Tenenbaums da pek hoştu. Her şeyi, bir benzetmeyle özetlemeye çalışayım: Anderson sinemanın Van Gogh’u.

Kill Bill serisini (iki filme seri denir mi acaba?) tekrar izledim. Nedense sevgim katlandı. Uma Thurman bu kadar harika (!?) gelmemişti gözüme. Sanırım Django’dan çok seviyorum Kill Bill serisini artık. Tarantino’nun bu filmde daha cesur denemeleri var ve filmin detayları daha ince. Yine de Pulp Fiction’ın yeri başkadır. Inglourious Basterds’ı da galiba Kill Bill kadar seviyorum.

Obrana I Zastita’yı izledik Filmekimi’nde. Yani, Yabancı. Hırvatistan-Bosna Hersek ortak yapımı bu filmi Göktuğ’la pek sevdik. Bir Tarkovsky kokusu almak mümkün filmden. Nuri Bilge’nin filmlerine de pekala benzetebiliriz. Her şeye yabancı kalan bir adamın hikayesini anlatıyor (tabi film duruma dayalı). Bu tip filmlerde olduğu gibi (genelleme yapmak ne kötü) ilham verici ve demlendikçe açılan tipten. Gayet güzel. Göktuğ Heli’yi de beğenmiş. Tavsiye ediyor.

Yine Göktuğ’la dün Gravity’yi izledik. Çocukluk aşklarımdan Sandra Bullock’u üç boyutlu görme fırsatına eriştim ve yılların yüzüne kondurduğu kırışıklıkları yakinen gördüm. Film 3 boyutlu. Uzayda geçmesi, uzayı 3 boyutlu görmek heyecan verici. Hikayenin klişe ve vasat yanları var. Çoğu üç boyutlu filmde olduğu üzere (Avatar dışındaki animasyonlar bir yana) konu ve senaryo, günümüzden çok 10-15 yıl öncesinin klişelerine dayanıyor. Yine de görsel kısmından dolayı görülebilir. 3 boyutlu izlenmezse hiçbir halta benzemez ama…



İzlediklerimden de unuttuklarım oldu. Bari artık not alayım şunları bilgisayarıma…