16 Oca 2014

Filmspor


Moneyball’u henüz izledim. Önceden fragmanını vs. izlemişliğim yoktu. Yalnızca sporla alakalı olduğunu biliyordum. Yani Amerikan futbolu mu beyzbol mu ondan da haberim yoktu.

Beyzbolmuş. Amerikan futbolunu Playoff’lardan itibaren fırsat buldukça izlerim. Beyzbol ise hiç baştan sona izlemediğim, birkaç kez gözümün takıldığı, kurallarını en az beş kez öğrenip unuttuğum bir spor.

En azından benim aklıma şöyle bir sual geldi film başladığı an: Beyzbol bilmiyorum, filmden bir şey anlayacak mıyım? Kendimi sanırım şöyle geçiştirdim: Anlarım herhalde. Film epey sükse yapmıştı, Oscar adayı filan olmuştu, Brad Pitt var; anlaşılır hale getirmişlerdir…

Film bir beyzbol sahnesiyle açılıyor. Oradan başroldeki Brad Pitt’e harika bir geçiş var. Beklemediğim bir sinematografiyle karşı karşıyayım. Derhal kapılıyorum rüzgara.

Aslında şu an bakınca, sinematografisi öyle güzel başka sahne var mıydı bilmiyorum. Ancak çok hızlı bir serim yaşıyoruz ve konsantrasyonumuz merakla birleşiyor: Ortada kötü, parasız bir takım var. Daha da kötüsü, en iyi üç oyuncusunu kaptırmak üzere. Pitt’in canlandırdığı Billy Beane takımın menajeri (genel menajeri demek daha doğru olur, sportif direktör, beyzbol direktörü… Yani koç değil). Bir çıkış yolu arıyor, yeni bir planlama yapması gerek… Buradan sonrası düğüm ve çözüm.

Gerçek bir hikayeden yola çıkan filmde beyzbol sahneleri tam ayarında arka planda kalmış. Öyle ki beyzbolsever biri sahneleri az bulabilir. Lakin Beane’in takımla uğraşması mütemadi. Yani saha dışındaki mücadeleyi görüyoruz. Yan konulara, yan taraflara pek ilişilmemiş. Zaten film uzun, süre el vermedi muhtemelen. Yine de dramatizasyon kısmı da gayet güzel kotarılmış, cümle net bir şekilde verilmiş. Konunun izin verdiği noktalarda geniş, değişik mekanlara ufaktan kaçılmış, yoksa yorucu da olabilirmiş.

Sonuç olarak, ortaya Amerikan Sineması’nın tüm profesyonelliğini döken, güzel bir iş çıkmış. Yine son dönem Amerikan Sineması’nın sevdiği şekilde, “biraz kaybeden, kaybedebilen, zaafları olan, sıradan gözükse de farklı” bir kazanan anlatılıyor. ABD’nin uzun yıllar toplum mühendisliğini televizyon ve sinema üzerinden yapmasından ötürü, yakın coğrafyadaki tüm insanlar gibi komplo teorileri üreterek bakıyorum Amerikan Sineması’na ne yazık ki. Yine de “propaganda”dan uzunca bahsedeceğim çokça film var izlediğim ve yazmadığım, oralara kalsın saçma komplolarım.

Şunu da ekleyeyim içimde kalmasın; bu tip filmler propaganda ürünü olsun/olmasın, inandırıcılığını uyandıkça yitiren kapitalizm rüyasını, eskiye göre farklı şekilde uzatıyor. Yani eskiden dipten gelenler, kazanıp “1 numara” olanlar vardı. Şimdi sisteme “farklı bakan”, kaybedebilen, her daim “1 numara” olamayan kazananlar var.


Filmin Notu: 8.3


Sporla ilgili bir film izleyince, kenara attığım The Damned United’a gitti aklım (Lanet Takım). Pek sevdiğim Brian Clough’un enteresan kitabının uyarlaması. Brian Clough İngiliz bir menajer, “teknik direktör” diye tanımladığımız… Futbol hayatı başarılarla dolu. Sıfırdan yaratma konusunda eline su dökebilen yok. Kariyerinde tek kötü macerası var; Leeds United’ın başında. Yalnızca 44 gün süren bir iş.

Clough salt başarıyla tasvirlenecek biri değil. Aynı zamanda kendini beğenmiş, ukala, “sivri” bir herif. Filmde hem Leeds United’daki başarısızlığı, hem de oraya gelene dek yaşadığı başarılar anlatılıyor. Şöyle dersem daha doğru olur: Filmin her yerinde Clough ve Leeds United var.

Film Moneyball’a göre 45 dakika kadar kısa. Futbol içinde hiç yok. Açıkçası bu benim açımdan hayal kırıklığı oldu. Clough karakterini idrak ediyoruz ama ne denli başarılı olduğu dahi iyi verilememiş kanımca. Neden süre uzatılmamış onu anlamadım. Her şeyin üzerine bir saat daha gidilebilirmiş. Bir buçuk saati geçmeme kuralı konmuş gibi duruyor bu haliyle. Belki bütçedendir… Clough’u Micheal Sheen oynuyor. Clough canlandırması çok zor bir karakter ancak bazen Sheen yapmacık duruyor. En azından Clough’ta da o hareket ve mimiklerin yapmacık durabildiği verilebilirdi. Filmin karanlık olması bir seçimdir, yine de futbol varken bol da yeşil renk beklerdim.

Sonuç olarak bu işe Moneyball kadar iyi kotarılmış diyemem. Bizzat kitapta filmi yukarı taşıyabilecek birçok şey anlatılıyor. Clough ve futbolseverler pek tabi izleyebilir.

Filmin Notu: 7.1 

14 Oca 2014

Üstünkörü Farhadi Yazısı

Ashgar Farhadi.

2012 yılında yabancı film Oscar’ını bir İran filmi aldığında ben şaşırmadım. Lakin Farhadi’nin ünlü ve uzun metraj bir filmi halihazırda bulunmaktaymış, onu izlemedim (şimdi adına bakıp hızımı kesmeye de üşeniyorum). Hiç izlemediğim adamın akademiden ödül alan filmini bir an önce izleyip, ayıbımı bir an önce kapatmak istedim.

Genel hatlarıyla Farhadi’yi anlatayım bilmeyenler için… Farhadi’nin filmleri, bizim için küçük, karakterler için büyük bir olayın etrafında dönüyor. Tabi izlerken olay artık bizim için de büyük hale geliyor ve isimlendirmediğimiz anları, hisleri öyle güzel yüzümüze vuruyor ki Farhadi, karakterlerden fazla endişelenir hale geliyoruz. Nasıl anlatsam… Babaannelerimizin film izlemesi misali… “Ah kızım, vah oğlum. Aptal herif?!”  Hikayenin müthiş bir kurgusu var mutlaka. Filmler neredeyse tamamen düğüm bölümünden oluşuyor. Bir yandan empati kurup harap oluyoruz, öbür yandan hikayenin devamını öyle-böyle merak etmiyoruz, diğer yandan sinemanın “görsellikle anlatma” düsturunu muhteşem uygulayan bir adamın eserini görüyoruz. “Görsel anlatı” kısmını Farhadi’den iyi yapan yönetmen açıkçası ben izlemedim.


Jodaeiye Nader az Simin / A Seperation / Bir Ayrılık Farhadi’nin Oscar alan filmi. Bu denli boyutu olan, insana bir şeyler katan, hümanist bir film bulmak zordur. Bana okuduğum birçok romandan fazla dokundu. Filmi izleyeli iki ay oldu sanırım. Hala sahneler aklıma geldikçe hislerim değişiyor. Düğüm demiştim… Düğümün ucunu bir yerden tutarsam ipler çözülebilir. O yüzden şöyle anlatayım: Nader ve Simin ayrılıyor ve ayrılıkları çözümlenemeyen olaylar getiriyor beraberinde. Ortada bir çocuk var, yatalak bir de dede var. Film, İran’ın sosyolojik yapısına da ayna tutan bir yapıt. Bu yüzden yetmiş yıl sonra bile izlenecek mutlaka. Kadın/erkek/zengin/fakir/genç/yaşlı… Herkes var… Farhadi’nin bakış açısına “objektif” desem bile sübjektif kalır, sanki karakterlerin, İran’ın çözümlemesini bir kuş tüyü gibi rüzgara bırakmış, her şey kendi kendine gelişmiş…

Filmi izlerken Farhadi’nin geniş açı az kullanması nedeniyle bir yorgunluğum oldu; İran’da film çekmenin kuralları varmış meğer, kafamıza göre etrafı gösteremezmişiz.

Filmin Notu: 9.7


Le Passe / Geçmiş, Farhadi’nin son filmi. Bu yıl Oscar adayı olacak koca bir terslik olmazsa. Farhadi’nin İran’da film çekmesi Bir Ayrılık’tan sonra yasaklandığı için (okudum lakin hatırlamıyorum, cezanın ucu hapse dayanıyor mu… Süresi çok uzundu o kalmış aklımda) Le Passe Fransa’da geçiyor. Filmde The Artist’ten tanıdığımız Berenice Bejo’nun varlığı ve üstün performansı, film için iyi mi olmuş kötü mü olmuş karar veremedim (Killing Them Softly’de Brad Pitt’in yer alması kadar düşündürmedi).

Geçmiş’te bir çift var, ayrılar ama henüz boşanmamışlar. Koca boşanma işlemleri için eşinin yanına geliyor, eşi bir hayat kurmuş ve yine ardından gelen o düğüm. Karakterler/ hikaye oranı Bir Ayrılık’a oranla ufak da olsa karakterden yana, Fransız dokusu yadsınmamış, artık sahne geçişlerinde-açılışlarında fotoğraflar da var (geniş açı).

İki filmi de çok sevdim ancak Bir Ayrılık’ın bugüne dek görmediğim bir yerin sosyolojisini tamamen servis etmesi, sanırım benim açımdan biraz daha ilgi çekici. Geçmiş ise müthiş kuvvetli bir sona sahip. Fransa’da geçtiği için renkler daha pastel haliyle. Bejo bir sahnede açık pencereden dışarı bakıyor, dışarıda yağmur yağıyor ve hafif titreten bir soğuk vardı sanki. O soğuk bana geçti gibi hissettim. Nedense kalmış aklımda.


Filmin Notu: 9.4

Bahsedeceğim altı film var henüz fakat bu yazıyı çok uzattım, sonraya bırakayım. Arada unuttuğum filmler/kitaplar da olmuştu blogu açtığımdan beri (Amour, Rules of Attraction filmleri aklıma gelenler), bu sefer not aldım, yavaş yavaş yazacağım.

12 Oca 2014