29 Şub 2012

İşaret Sabahı


                Muhtemelen doğudan doğuyor güneş. Karşıdaki binaların harcına biraz daha beton katıyor sanki. Ağaçlar, onlardan daha gerçek gözüküyor: Biraz ıslak ve bütün ailenin sorumluluğunu almış gibi tereddütlü lakin belli etmemeye çalışan..

            Soğuk. Almanya’nın kör balta soğuğuna benziyor, öyle de kokuyor epey. Orada, çok mazgallı arka sokağa bakarken, aklıma bu şehir gelmişti oysa. Kulis kokmuştu. AKM’nin en üst katından boğaza ve tam da tanımsız olduğundan bir İstanbul Sokağı olan, basbayağı İstanbul olan o eğimli sokağın kokusu gelmişti burnuma. Belki hepsi, önümdeki binaların çatılarını görmenin küstah çağrışımlarıydı. Göçebe-pastoral-bohem bir havaydı topu topu. Değişikti fakat olmak istediğim yere çok yakındı.

            Ardından dışarı üflediğim sigaranın üzerine bir damla düştü, birkaç saniye sonra da oda servisi kapıyı çaldı. Ya da, sahne sıramız gelmişti. İkisinde de tuhaf birer sıkıntı mevcuttu. Seyircilerin önüne yahut kapıya doğru yürüdüm. Ve otelin dönen kapısından caddeye çıktığımda veya artık müzik başladığında, kendimi bıraktım. Gibi bu sabah.

            Geçici birer tutkuydu hepsi alt tarafı. Hayat misali. Mumların üflendiği an -artık lütfen daha fazla büyümemeyi- dileten. Kazık çaksan bir filden hallice ömür dediğin. O döner kapının rüzgarı mıdır, dışarı çıktığın an yüzüne vuran kör balta mı ateş direğini seyrelten. Üfledikçe daha çok koyarlar üzerine, üfledikçe koyar insana. Halbuki fillerin hafızası çok daha iyi. Yani ne denli acılara rağmen bekleme yapmıyor yaşam..

            İşte bu sabah, o zamanlar kokuyor. Muhtemelen yıllar sonra yine bu sabah kokacak hangi vakti günün. Biraz Münih, bariz İstanbul kokacak. Üzerine tarçın, Hindistan cevizi, fındık filan serpiştirecekler belki. Gerçi sevmem mamafih geri gönderecek değilim. Mesela şimdi Emirgan’a çok yakın bir yerde kör bir dilenci sayıklıyor. Bir bardağın fincana dokunuşu işitiliyor. Biri ısınıyor, biri ürperiyor. Eric Moussambani boğazı kulaçlıyor hızla ve gökkuşağının üzerine resim yapıyor bir martı.

            Hepsi, hepsi bu sabaha benziyor...

20 Şub 2012

Güneş Kar Topluyor


       Okuldan çıkacak olmanın heyecanı sarmıştı beni. Hem de ders saatinde. Yerde kar, havada güneş vardı. Sınıf öğretmenimiz izin almıştı müdürden. Eğer bu ders uslu durursak, önümüzdeki ders okul kapısının karşısındaki parkta kartopu oynayacaktık. Çünkü burası sapa bir yerdi ve diğer sınıflar oynadığımızı görüp heves etmezlerdi. O ders uslu durduk. Durmadığımız anlarda büyük ihtimalle sınıfımızın aptal kızları gerekli uyarılarda bulunmuştur. Ya da öğretmenimiz bizi bununla tehdit etmiştir. Hatırlamıyorum.. Sonra çıktık. Kartopu yapmayı arkadaşlarım kadar iyi bilmediğimi fark etmiştim. Sürekli “vurulacak olmak” tehlikesiyle yaşamak beni yormuştu. Tıpkı, saklambaç oynarken yaşadığım o gerginlik gibi, bu oyun da beklediğim kadar hoşuma gitmemişti. Süremizin yarısı tükenmişti. Yani, yirmi dakikadan az bir süre içinde tekrar sınıfımızda ders dinliyor olacaktık. Güneş iyice gerindi. Gerinirken karnı açıldı. Koşturmacayı da dahil edince sıcak basmıştı. Herkes kar tatili olsun istiyordu. Ama güneş eritiyordu isteğimizi. Bu hayal kırıklığımı öğretmene şikayet etme ihtiyacı hissettim; “Öğretmenim çok güneş çıktı. Karlar eriyor!” “Olsun. Daha çok kar yağar… Bak; güneş kar topluyor”. Anlam verememiştim "Nasıl?" "Şimdi güneş kar toplayacak ki yarın tekrar daha çok yağsın".
         Umudumu kaybetmemeyi o gün öğrendim..

14 Şub 2012

Günaydın Sayın Dinleyenler

          Kamusal alanda keyifli bir radyo programı dinlemek, kamusal alanda mizah dergisi okumak gibidir. Bu genellemeyi kendi ülkem için yapıyorum..
           
Madem konuya kaval kemiğinden daldık, birkaç bir şey karalayayım bu minvalde. Kargo’nun “Boğaziçi” şarkısı doğu-batı ayrımını ve ülkemizin; bu ayrım ve farklılıkların ortasında olduğunu pek güzel, kendine yabancı bir edayla anlatmaktadır. Şarkının “gülmek” ile ilgili sözleri şu şekildedir:

Gülmek doğuda utanç, kibir anlamında
Batıda ise doğal bir istek sanki

            Tabi ki her genelleme gibi bu sözler de yanlışlık içeriyor. Lakin eğer bu sözlerin doğru olduğunu ele alırsak, biz gerçekten de her şeyin ortasındayız. Ülkemizde en çok gişe yapan filmleri düşünün. İnsanlar gülmeyi seviyor değil mi? Komik olmasalar da; komedi filmleri, Türkiye’de daima gişe yapmıştır. Komedyenler komik olmasalar bile hep el üstünde tutulmuşlardır. Fakat bir ortak alanda kahkaha atana daima garip gözlerle bakılır, otobüste mizah dergisi okuyana deli muamelesi yapılır, özellikle arabada şarkı söyleyen erkeğe hiç rastlanmaz, kendi kendine gülenler etrafa bir gülümseme yerine esef dağıtırlar. Çünkü dün sabah ben yine o “ne gülüyorsun …!?” bakışlarını yiyordum arabamda, trafik sıkışıklığında.


            Asıl anlatmak istediğime geleyim; dün sabah fark ettim ki ben de radyo programcısıyım aslında. Hem de çok sadık iki dinleyicim var. Yalnız yayın saatlerim herhangi bir düzen, hatta orantı bile taşımaz. Büyük ihtimalle uyandığım saatlere denk gelir. Uyandığım saatler ise büyük ihtimalle belirsizdir. Yataktan kalkarım, aşağı inerim, Bella (köpeğim, o bir poodle terrier) beni merdivende karşılar, onu severim, kettle’in tuşuna basarım, bardağıma şeker ve kahve koyarım, bilgisayarımı açarım, sigara yakarım, hazır olan kaynar suyumu bardağa boşaltırım, bilgisayarın başına otururum ve yayın başlar. Herhangi bir şarkı listesi hazırlamam. En son şarkı bana ne hatırlatmışsa, onun izlerinden giderim. Neşeli şarkıları pek sevmem. Olsa olsa neşeye bürünmüş hüzünlü şarkılar dinler ve çalarım. Bu sırada haberleri okur, bunları yorumlar, şarkılara eşlik eder, yanımda duran köpeğime boş cümleler kurarım. Bilmem Bella kimi düşünür ancak benim aklım hep sevdiceğimde olur, yine şarkıların izinde mesajlar atarım ona. Ben ve Bella, daima beni dinleriz. Güleriz. Çok gülersem Bella şımarır, dizime çıkar, kendini sevdirir, şımarma belirtisi olan “dilini hafifçe dışarı çıkarma” mimiğini takınır, bazen ellerinden tutarım, dans ederiz, birikmiş bulaşıklar eşliğinde birbirimize saçma hareketler yaparız ve kendimce çok eğlenceli olan bu radyo programı bazen yalnızca birkaç dakika, bazen ise saatler sürer.

            Bir gün, bu güzel günlerin, daha yoksul ve daha zorlu zamanlara yerini bırakacağını biliyorum. Keyfini çıkarmaya çalışıyorum geleceğe üzülmektense.. Geleceği düşününce, bugün, yarının dünü haline geliyor çünkü. Hava kapalı dışarıda, sokak sakin, gayet güzel bir gün.. Yayına devam… Bir kahve daha?


11 Şub 2012

Deliler ve Alçak Basınç


O garip sabahlardan biri.. Üretmeliyim.. Üretmeliyim.. Ve bu kameraları bir anda karşınızda bulmak gibi olmalı.. Üretmediğinizde beyniniz harikalar yaratırken, içinizden “yazmak, çizmek” geçtiği an kendi ayağınıza takılırsınız. Bildiklerinizi unutursunuz..

Kitap yazmayalı 1.5 sene olmuş.. Babam böyle şeylerle hep dalga geçer.. “Hiç kitabı olmayan yazar!” “Hiç şarkısı olmayan şarkıcı!” Şart mıdır? Bunu güvenlik görevlisi filan olmak gibi sayamaz mıyız? Yani vukuat yok. Ne yapayım?

Üzerimdeki bu aptalca baskı suçu nereye atarsam atayım benden kaynaklanıyor.. İyi-kötü, öyle veya böyle bir huni eşliğinde aynı yere dökülüyor. Huniyi tutan benim. Ve o huni biraz daha tarafımdan tutulursa, elim uyuşabilir. Sonra ne olur? “Takma kafana” derler. Ben de ağzıma takarım huniyi. İlla sembolik delirecek değilim ya..

Delilerin kendi arasında anlaşabildiği ne saçma bir önyargıdır. Konu açıldı, günlerdir aklımda. “Normal” sözcüğünün, gerçek temelinden çıkıp, “norm” sözcüğünü ele alırsak ve nasıl oluyorsa delileri “anormal” yani “norm-dışı” ilan edersek; ortaya bir saçmalık çıkıyor: Neden normallerin dışındaki herkes aynı kümede?

Yani.. Nasıl olabilir ki? Her delinin bir anormal dünyası var.. Bu, karikatürize edilmiş bir deliler dünyasını ele aldığımızda, salt bir delinin içinde binlerce dünya yatıyor demek.. Biri Napolyon, diğeri Kaplan Avcısı, birini sürekli birileri kovalıyor… Delilerin bir arada tedavi edilmesi ne kadar mantıklı?

Tabi ki, tıbbi durumlarına göre, deliler grup halinde ya da yalnız tedavi ediliyor ama bir delinin “normal” olabilmesi için, normal insanlarla kalması gerekmez mi?

Şimdi de Kaos Teorisi’nden durumu süzersek; bir delinin ailesi de o deliden görerek kendisindeki “delilik” bilinçaltını oluşturmuşsa, ya da zaten deliren kişinin nedeni bu aile veya yakınlarsa; onlar da normalden biraz farklı değil midir? Onların oluşturduğu çevre bir hapishane olmadığına göre, delilik herkese bulaşmamış mıdır? Çok sığ bir tartışma aslında. Çünkü bu itibarla hareket ettiğimizde herkese her şeyin bulaşmış olması gerekiyor. O zaman herkes herkesi bilinçaltında taşıyor demektir..

Yalnızca beyinsizlik fırtınası yaptım.. Başkaydı diyeceğim.. Muhtemelen buraya dek okumamışsınızdır.. Üretmek zor.. Bir atasözü gelmedi aklıma halimi özetleyecek ama bütün dallardan tutmaya çalıştığım için hiçbir dala tutunamıyorum.. Onu yaz, bunu yaz, şunu dene, ötekini de dene.. Açıkçası hangisini ne yapmak istediğimi karıştırmaya başladım ve bu stresle birleşince ağır bir hal alıyor.. Dışarıdan bakıldığında öyle değil.. “Hayat sana güzel”.. Beyni durmayan bir insana hayat sürekli nasıl güzel olabilir? Beynimin durmamasından kastım, iyi çalışması gibi değil. Daha çok, aynı şeylerin etrafında sürekli olarak dönmesi, sıkışmış bir adamın tuvalet kabinlerinden birinin boşalmasını beklemesi.. Öyle işte.. Ne anlatacaktım, ne anlattım.. Hey gidi.. Minimalist ve gereksiz zorluktaki dünya..