23 Nis 2014

306

Bir şarkı var
Jaluzilerin, trenlerin, rüzgarın
İçinde
Uzakların

Toz ve toprak ve ahşap gıcırtılar
Sal duruyor karaya
Buna rağmen başım ağrıyor
Bir kahve, sigara
Dallar
Göğsüme batıyor

Bir kaçış
İçimi kundaklıyor

Güneş
İşe yaramıyor
Gölgeler var
Ve rüzgar

Otel kokuyor
Halı-ser
Uçuşan peçeteler
İzleri yok
Sadece kokuyor
Oteller ne kokuyor?

Bütün delilleri siliyor
Yalnız kadınlar
Başka hayatların iştirakçıları

Yol gözükmüyor buradan
Deniz yok
Güneş bana yaramıyor
Hiçbir şey gözükmüyor
Buna rağmen başım ağrıyor
Başaklar yalnızca
Dallar
Kendimi görüyorum
Dikkatli bakınca
Yüzünden
Yalnız kadınların

Bir şarkı var
Gözlerim
Gece oluyor
Doluyor

Yoksa

9 Nis 2014

Zürafa Sokak

            Taksim’de buluştuk, Nevizade’de içiyoruz. Ben de adi bir bulaşık süngeri kadar içebiliyorum en azından o zamanlar… Dört kişiyiz, dandik bir mekanın en üst katındayız. Galiba üç tane biraver götürdük. Hem hızlı gidiyoruz hem hava sıcak. Son biraverde sağlamından serildik.

            Nereden geldi bilmiyorum konu, Cem başladı. “Abi B, bulsana oğlum arasana şeyi, ayarlasın bize gidelim ya.” Bu pezevenk pezevenkliği mesleği, o an üzerime nereden yapıştı bilmiyorum. Önce sabırla “Olmaz” dedim, birazdan ayılır diye. Sonra oturduğumuz masadaki yastıkları tek tek aşağı-boşluğa bir yerlere fırlatan Talha da konuya dahil oldu. “Abi gidelim gidelim…”

            Kurtulamayacaktım. “Tamam lan Zürafa Sokak’a gidelim. Yerini biliyorum.” Aslında yerini tam bilmiyordum da, Ferhan Şensoy’un otobiyografilerinden biri; Kalemimin Sapını Gülle Donattım kitabından kestiriyordum.

            Bunlar konuya odaklanınca tabi kimse içmeye devam etmedi. Hesabı ödeyip kalktık. Galata’ya dek geldik. Belki ayılırlar da akılları başlarına gelir diye, “Bir kahve içelim şurada” dedim. Kulenin yanında bir yere çöktük. Cem yarı ayıldı. Talha hala sarhoş... Anıl zaten baştan beri tedirgin, her zamanki hali…

            Elektrikçilerin filan olduğu sokağa geldik, bir dükkâna girip yeri sordu Cem. “Bilmiyorum” dedi adam. Cem çıkışta yapıştırdı tabi okkalıyı. Başka bir esnaf tarif etti. Başladık dar ara sokaktan aşağı yürümeye. Kapının önüne geldik. Cezaevi kapısı misali demir bir kapı, arkasında polis var, içeri eşya sokmak yasak. Cem’in kafası artık adrenalinden midir, yerine geldi. “Ben girmem” dedi. Ben de girmeyecektim zaten. “İyi" dedim, "Biz bekleyelim. Bunlar girsin biz eşyalarını da alırız hem, emanetçiye bırakmamış oluruz.”

            Talha ve Anıl eşyalarını verdi bize. Telefonları da bizdeydi, bu yüzden çıktıklarında orada olmamız gerekiyordu. Anıl’ın “Abi bunu kaydetmezler dimi içeri girdiğimizi? Sonra rezil oluruz.” Benzeri sonsuz soruları eşliğinde kimlik kontrolü yaptırıp sokağa daldılar. “Bir bakıp” çıkacaklardı, fuhuş edeceklerse çıkıp bize haber vereceklerdi.

            Bekliyorduk. Cem, “Ben girmem abi, şuraya bak” diyordu, her şeyi kendisi başlatmamış gibi. 2-3 dakika sonra çıktılar. Anıl heyecanla nefes-alıp veriyordu. Cem hemen başlattı sağanağı “Nasıl abi? Güzel karılar var mı? Temiz mi?”

            “Oğlum karılar çok çirkin ya, ama bir tane gözüme kestirdim.” Talha idi güvercinimiz. “B. gel lan biz de girelim. Oğlum yapmayız lan bir görelim. Belki öykülerinde, şiirlerinde filan kullanırsın ileride lan, gözlem yap” Cem başladı ısrara. Kısa bir ısrar sürecinin ardından eşyalarımızı bıraktık Talha ve travmanın halen etkisinde olan Anıl’a.

            Kimlik kontrolü. Sokak. Zürafa’nın içeri doğru kıvrılan, açık bir “V” gibi yapısı var, yanlış hatırlamıyorsam. Yani başından bakınca, genelev-ler gözükmüyor. V’nin ortasına gelince başlıyor her şey. Ve ortada, ilk gördüğümüz, jartiyerli, en azından 55 yaşında bir kadın oldu. Dikiş dikiyordu, yakın gözlükleri vardı. Bu dükkân-genelevden sonra, sokağın ortasında, sağda bir büfe vardı sürüyle şey satılan. Onun devamında, devamında dediysem 2-3 metre arkasında, solda ise 2-3 dükkân ya da her neyse daha. Asıl kalabalık olan yer burası idi. Jartiyerli kadın doluydu her yer. Tabi ayık Cem ve ben mülayim, yabani tipler olarak belden yukarıya baktık, hatta doğrudan kafamızı önümüze ve yere çevirdik. Bu utançla yere bakarak, hiçbir açık dükkan olmayan yere, sokağın çıkmazına geldik, bunu fark eden bir kadın laf attı bana “Yere bakma genç, toprak çeker.” Sokağın sonunu fark edip nizami bir şekilde ters yöne döndük. Tekrar önlerinden geçecektik yani. “Gençler gençler…” talibimiz epey vardı. “Grup yapalım mı gençler” dedi biri hatta. “Yok ya, biz onun için gelmedik” diye bir şeyler eveledi Cem. Bunu ileride gülerek anlatacaktı daima “Neye geldik sanki elektrikçi miyiz?!”

            Sokaktan çıktık. “Abi iğrenç ya içerisi” Cem iyice ayılmıştı. “Ben yapıcam lan.” Diyordu Talha lakin parası yoktu. Benden 100 Lira aldı. “Zaten 35 Lira vizite, ben sana en az 50’sini getiririm oğlum. Borç lan, veririm sonra geri kalanı da.”

            Biz tekrar eşyaları aldık ve beklemeye başladık. Yine Anıl ve Talha içeri girdi. Beş dakika sonra içtiğimiz biraların artıkları, vücudumuzdan çıkmak istedi. Tuvalet aşağıda, caddede vardı. Başladık Cem’le yürümeye. Kısacık sokakta dört tane tinerci para istedi, yapıştı, koşar-adım kurtulduk ve Bolulu Hasan Usta’dan 50 kuruşa bir su alıp tuvaletini kullandık. Artık oradan geri dönemezdik çünkü bu sefer kesin soyulurduk. “Ne yapsak, ne yapsak…” “Hemen şu caddeden taksi tutup, üstten taraftan ulaşalım sokağa” demek ki pek de ayılamamıştık. Taksiye bindik, acayip trafik vardı. Birkaç dakika sonra telefonlardan biri çaldı “Neredesiniz amına koyayım ya. Salak mısınız siz? Abi taksiye binmişler ya. Aptal mısınız abi!” Anıl arıyordu, bir esnafın telefonunu kullanarak. Gidip durumu anlattık. Anıl korkunun bindirdiği saçma sözlerine devam ediyordu. Talha ise kalan 65 Lira’nın hepsini bahşiş olarak vermişti. Pezevenk pezevenkliği mesleğimden kurtulamamıştım. 100 Liram bir daha geri gelmedi. 

Aksiyonlu Maksiyonlu

   
        Un Prophete / Peygamber, bu güzel Fransız filmi, cezaevine düşen bir kimsesiz Fransız’ın, “her anlamda” (bu tabiri kullanmayı da hiç sevmem ya..) sıfırdan başlayan hikayesini anlatıyor.

            Kategorize etmek kolay değil. Biraz dram, biraz aksiyon, biraz mafya... Bazen yeni-yetme bir yönetmenin elinden çıkmış gibi amatör ruhlu ve cesur, bir Fransız filminden bekleyeceğiniz kadar sert ve çıplak, bazı kadrajlar Amerikan, birkaç karakter İtalyan…

            Ben sevdim. Yani ilginç bir şekilde kalbimde yer eden filmlerden olmadı belki ama buna çok yaklaştı. Dine, özellikle İslam’a farklı bir açıdan bakıyor ki, yabancı bir bakış değil, “içselleştirmiş” bir bakış. Ayrıca ırk konusunda, hiç de çaktırmadan “Ulan dibe inersek kimse aynı değil=Herkes aynı” düşüncesini güzelce veriyor. Temiz, sade, sert, çıplak ve tılsımlı; Fransız.

            Bu arada Tahar Rahim de, Fransa’da çekilen tüm güzel filmlerde oynayacak galiba.

Filmin Notu: 7.9


            25th Hour / 25. Saat, arşivime henüz girmişti ve aksiyon filmi ihtiyacım sonucu kendisine el attım. Belki de sırf bu yüzden hayal kırıklığı yaşadım. Çünkü kendisi bir aksiyon filmi değil. Edward Norton, ki en sevdiğim 10 aktör/aktris arasındadır; başrolde, bir gün sonra hapse girecek bir adamın son 24 saati anlatılıyor.

            Filmin pek popüler bir monolog sahnesi var. Ancak ben filme bir türlü giremedim. Samimi bulamadım. “Bir The Wolf of Wall Street değil” bu konuda lakin mekan-tempo sıkıntısı var. Öyle ki, bir dış mekan görünce görsel algım/yön algım şaştı. Ayrıca bazı mesajları fazla didaktik geldi. Zaten, Amerikan bağımsız filmlerinin bile büyük kısmının mesajları “Amerikan” ve didaktik. Sıkılmadım belki ama tavsiye etmem.

Filmin Notu: 6.9


            Aksiyonumsu filmlere değinmişken, bir de Göktuğ’nun tavsiye ettiğini söylemiştim; Heli var. Bir Meksika filmi. Oradaki uyuşturucu mafyası, polis yapılanmasını içeriden anlatıyor. Çok küçük ve güzel bir dünyayla beraber, karanlık ve sert dünyaya götürüyor bizi. Meksika’daki Volkswagen fabrikasında çalışan bir gencin başı türlü dertlere giriyor.

            Film aksiyon konusunda gayet doyurucu, harika bir açılış sahnesi ve gaddar birkaç sahnesi mevcut. Sadece karakterlerde biraz sorun var, daha üç boyutlu olabilirlerdi belki. Ayrıca filmi izlerken “Volkswagen fabrikasında çalışmak” kısmını, filmin diğer ögeleriyle karşılaştırmadım, şimdi düşününce araba fabrikasında çalışan adamların bisikletle işe yetişmeye çalışması dışında nasıl bir altyapısı var kafamda canlanmıyor.

            Gayet doyurucu bir film.


Filmin Notu: 7.6

5 Nis 2014

Tupamaro

"O bailan todos, o no baila nadie!"

"Ya herkes dans edecek, ya da hiç kimse!"

Böyle yazıyor Uruguay sol gerilla örgütü ele geçirdiği bir gece kulübünün duvarına.