Aslında gelişmeleri takip etmek ve daha çok günümü
aktarmak için bu yazıyı yazmak için biraz daha beklemek istiyordum lakin canım
anlatmak istiyor artık. Malum, her gün direnişle ilgili bir şeyler olmakta…
31 Mayıs 2013 saat 04.00 suları. Bizzat “Mi Minör” isimli
oyunda ışığını yakından görme şansına nail olduğum Pınar Öğün, cep telefonunun
kamerasıyla parktan canlı yayın yapıyor. Mi Minör interaktif ve farklı bir oyun
denemesiydi. Seyirciler olarak sahnede yer alabiliyorduk, dünyaya yayın
yapabiliyorduk. Önceki günlerde, adlarını birbirine karıştırdığım gazetelerden
biri (Vakit-Nakit-Yeni Vakit-Yeni Akit-Akit Vakti-Eski Açık benzeri bir ismi
olmalı…), o oyunu bir “prova”, Memet Ali Alabora’yı ise “her şeyin sorumlusu”
olarak işaret etti. Bu zamana dek bu çıkışı nasıl yapmadıklarına şaşırdım
açıkçası. Demek ki oyunu izlememişler, biri bilgiyi üflemiş onlara (Cümle
bittiğinde neye şaşırdığımı bulamadım). Mi Minör, arkadaşlarımın beğendiği,
benim beğenmediğim bir oyundu. Ütopik, bilim-kurguvari, değişik (Değişikten
sonra gülüşmeler…). Lisede, okullar kapanmadan evvel İngilizce derslerinde
maruz kaldığımız bilim-kurgulara benziyordu. İçselleştirmek zor…
Geri dönelim. Gezi Parkı’nı Pınar Öğün’le turluyoruz.
Çadırlar, stantlar, kalabalık. İnsanların keyfi yerinde. Şarkılar söyleniyor,
uyunuyor, arada sanatla uğraşan simalar göze çarpıyor…
Saat 04.45. Pınar Öğün, parkın çevresine polislerin
gelmeye başladığını, müdahale beklediklerini, astım hastası olduğu için yayını
bitirmesi gerektiğini söylüyor. Derhal başka bir telefondan yapılan yayına
geçiyorum. Polis, içeridekiler kaçamasın diye parkın çıkışlarını kapatıyor.
Belli ki canlı yayında polis terörü izleyeceğiz. Pek garip değil.
Saat 05.00 olduğu an, kapıdaki araç (adını artık herkes
biliyor; Toma) bariyerleri yıkıp içeri giriyor. Polis, tam da o saatlerde
ana-akım kanallarda bolca bulunabilecek boktan aksiyon filmlerindeki polisler
gibi bir “gazla” içeri girip, hiçbir şey demeden onlarca tüp “gaz” atıyor.
Parktaki ahali müdahale geleceğini bildiğinden, önceden
parkın ortasındaki havuzun etrafında toplanmış, yerde oturuyor. O anki durum ve
eylemin evveliyatı “Fransız öğrenciler Eyfel’in önünde 3 gün oturdu, devlet
burslara zam yaptı” gibi duruyor. Ancak polis Fransa’daki gibi davranmıyor.
İnsanların oturduğu yere ulaşılıyor ve yine tüplerce (bombalarca) gaz atılıyor.
İnsanlar kaçışıyor. Kaçışan insanların çıkmaya çalıştığı
merdiven çöküyor. Yaralılar var. İnsanlıktan “bile” nasibini almamış polisler
sıka sıka devam ediyor. Saat 06.30’a dek izlemeye devam ediyorum. Parktan
İstiklal’e kaçan insanlar orada da polise maruz kalıyor ve orada da gaz yiyor.
Bunları İBB’nin kameralarından görüyorum. O saatlerde genellikle çay ve sigara
ile boğaz manzarası izlediğim kameralar, o gün çok zıt şeyler gösteriyor… Saat
08.30’da uyanmam gerekiyor. Midem sinirden çığlıklar atıyor.
**
Sabah dostum arıyor: “İstiklal’e gidiyor muyuz?” O
söylemeden önce de aklımda gitmek var. Gideceğiz. Parka, ağaçlara, oradaki
insanlara sahip çıkmak için. Sesimizi duyurmak için.
Şimdi araya girmeliyim. Bir gün Gezi Parkı’na giderken
taksici “Orada ne var bu kadar ya? On beş tane ağaç var alt tarafı. Adam dedi,
yapacak yani. Boşuna uğraşıyor insanlar. “Yapacağım” diyor, nasıl
engelleyeceksin? Gittim gördüm, on beş tane ağaç var…”.
On dakikalık bir zaman diliminde, ağaç sevgisini, doğa
sevgisini, insan olmayı, medeniyetin bina değil park yapmaya çalışmak olduğunu
ben anlatamazdım. Kısa cümleler kurabilen biri değilim. Ne yazık ki sustum. Şu
an serbest zamanım var. Anlatabilirim; kendimden.
Halam ve babaannem Bakırköy’de yaşıyor. Zuhurat Baba
Camii’nin karşı çaprazında evleri. Yani cadde üzerinde… Sanırım 25 ila 35
yıldır oradalar. Apartmanın önünde rahmetli dedemin diktiği bir ağaç var. O
ağacı her gördüğümde, durup bakıyorum. Her baktığımda görüyorum. Dedemi hiç
görmedim ama ağaç orada duruyor. Babamla beraber dikmişler. O zaman caddede pek
ağaç yokmuş. Halamlar 4. Katta oturuyor, ağaç balkonlarını aşıyor. Rüzgar
esince hışırdıyor. Görünce en çok mutlu olduğum ağaçtır.
Eskiden Belgrad Ormanı yakınında bir evimiz vardı. Hafta
sonları giderdik. Aslında yaşamak için almıştık fakat bir türlü alışamadık
oraya. Issızdı o zamanlar… Biz o evde –aralıksız- bir hafta yaşamaya çalıştık.
Ben çok mutluydum aslında. Zaten hep tek başıma oynardım. Hiç yalnızlık
çekmiyordum. Bahçeyi babam, dedem, tüm akrabalarımız büyük bir özenle
oluşturdu. Domates, maydanoz, dut vardı. Domatesler tüm klişelere rağmen mis
kokardı. Bahçenin bir köşesinde piknik masası vardı, etrafında çiçekler.
Çiçeklerin öldüğünü bilmeden anneme toplardım sabahları. Orada uyandığım her
sabah yüzümü bile yıkamadan bahçeye çıkar, evin etrafında bir tur atardım.
Hatta bir sabah, evin köşesini dönünce beni koca bir inek karşıladı! Sonra çit
yaptık… Bir gün yere düşen çekirdek sonucu top oynadığım yerde karpuz çıktı,
sahayı ona göre değiştirmek durumunda kaldım. Bahçenin bir köşesinde de bir
bankımız vardı. Üzerinde büyük bir çınar ağacı... Babam kitap okumam için
yapmıştı orayı. Maalesef kısmet olamadı; okumam yoktu henüz.
Bahçede bir de bizim dikmediğimiz, evi aldığımızda orada
olan, büyük bir ağaç vardı. Yani bizim ağaçlarımıza göre büyük. Onu direk
yapardım hep. Ben en çok o ağacı severdim. Bahçenin ortasında, kocaman... Hem
de çok güzel direk oluyor.
Yıllar sonra bir gün oraya bakmaya gittiğimizde (ev artık
bize ait değildi), o ağacın evin boyunu aştığını, hatta epey aştığını gördük.
Yine çocuktum. Arabadaydık “Oha direk yaptığım ağaca bak!” cümlem geliyor
kulağıma. Heyecanla. O kadar mutlu olmuştum ki o ağaç için. Gizli gizli
ağlamıştım…
Şimdi, pencereden bakınca gördüğüm, karşı komşunun mavi
ladini ya da… Uyumadan önce içtiğim sigarada sürekli onu kontrol ediyorum.
Sahibine gidip “yalnız çok zor büyüyor bu ağaç, dikkat edin” demek istiyorum.
Mavi ladini çok seviyorum.
3. Sınıfta, hayat bilgisi dersinde ektiğimiz fasulyeyi
toprağa ekmem, çok büyütmem, sopaya bağlamam, fasulyeler vermesi, Ankara’dan
taşınırken onu ardımda bırakmak zorunda kalmam veya…
Doğayı herkes kadar sevdiğimi düşünürdüm hep. O gün,
takside fark ettim ki, bazılarından daha çok seviyorum. Hiç ağaç görmemiş,
dikmemiş, ağaç sevememiş bir insana ben on
dakikada ağacı anlatamazdım. Orada bir tane ağaç olsa bile kesilemeyeceğini,
kaldı ki on beşten katbekat fazla ağaç olduğunu, şehirlerin nefes alma
alanlarına ihtiyaçları olduğunu, asıl parklara ihtiyacımız olduğunu söylesem
neler değişirdi bilmiyorum…
**
İnönü Stadı’nın oraya dek çeşitli taşıtlarla geliyoruz.
Stadın üst tarafında yürürken, yukarılardan gelen gaz gözlerimizi bir güzel
yaşartıyor. Az uyuduğuma lanet ediyorum. Yığılıp kalmaktan korkuyorum.
Kabataş’a yürürken, karşıdan gelen insanların gözleri akıyor, mendillerle
burunlarını kapatıyorlar. Biz o tarafa yürüyoruz.
Akşam
6-7 gibi Tünel’e varıyoruz. Oradan Galatasaray’a. Meydan kalabalık. Taraftar
grupları var. Tezahüratlar yapılıyor, hükümet istifaya davet ediliyor. Giderken
kalabalık olmaya başladığını duymuştuk sanırım. Haberlerini almıştık… Gidişimiz
biraz çocukça oldu. Nereye adım attığımızı bilmiyorduk ve düşününce çocukluk
anısı gibi geliyor. Düşünce tek, hareket çok.
Kalabalık bir grubuz; on kişi veya daha fazla.
Galatasaray’dan Taksim Meydanı’na dek silme insan var. Biraz önlere yürüyoruz.
Meydanın oradan dumanlar yükseliyor. Polis gaz atıyor. Arada rüzgardan bize
kadar geliyor. İnci Sözlük vasıtasıyla önlemlerimizi almışız. Doktor maskemiz,
toz maskemiz, işçi gözlüğümüz, Rennie-su karışımımız…
Cephede gaz yiyenler aramızdan geçiyor. Gözler kıpkırmızı
olmuş, Rennie-sular sıkılmış. Polis, insanları meydana sokmuyor. Önde bir
devir-daim söz konusu. Gazı yiyen arkaya geçiyor, henüz yememiş olanlar öne
yürüyor. Direniş.
İki-üç saat kadar sonra sıra bize geliyor. Öne iyice
yaklaşıyoruz. Gaz tüpü hep bize göre sol tarafa düşüyor. Oraya düşecek, telaşa
mahal yok.
Maskemiz hazır, gittikçe yaklaşıyoruz. “Keşke daha çok
uyusaydım. Nabzım artarsa nasıl kontrol edeceğim!” PAT!
Gaz beklenen yere düşüyor. Oradan geriye kaçış var, kaçış
alanı mevcut. Bağrışmalar arasında uyarılar: “Sakin! … Sakin! … Koşmayın!”
Zaten acı-telaş oranımız yüksek değil. Herkes geriye
doğru gidiyor sadece. Biraz geride kalabalık hafiften sıkışıyor. Gaz
atılmasıyla bu anın arasında galiba 7-8 saniye kadar var. PAT!
İkinci gaz. Yanımıza. İşte bunu beklemiyorduk. İkinci
gazı kimse beklemiyordu. Kaçışma büyüdü, “Sakin! … Sakin! … Koşmayın! …
Koşmayın!”. Kalabalık iyice arkaya gidince sıkışıyor. Ezilme tehlikesi, az uyku,
solunan biber gazı. Grup olarak kaybolmamaya çalışıyor, birbirimizi tutuyoruz.
“Arkanızdakine yaslanın!” bağırıyor bir adam, ezilme tehlikesini azaltmak için.
Kaçışırken, gazın atıldığı sağ tarafımıza bakıyorum, ikinci gazdan 10 metre
gerideyiz, Çarşı bir binanın camlarında, binayı işgal etmişler. Camlar birden
kapanmaya başlıyor TAP! TAP! TAP! TAP! Bu anla ikinci gaz atılması arasında
galiba 4-5 saniye kadar var. PAT!
Üçüncü gaz. İşte büyük sürpriz bu oldu. Yine tam
sağımıza. Bu sefer kaçışma büyük. Birbirimizi kaybediyoruz. Bir yandan nabzımı
düşünerek sakin olmaya çalışıyorum. Gaz soluyorum. Maskeyi yüzüme bastırıyorum.
Önümdekini kaybetmemeliyim. İkinci soldan ara sokağa atıyoruz kendimizi, bizim
gruptan üç kişi.
**
Camların kapandığı anı hayatımdaki son görüntü sanmıştım.
Belki anlatınca veya gösterince hiçbir etkisi olmayacak fakat düşündüğümde
hislerim ayaklanıyor. Müthiş bir an mı, berbat bir an mı, dehşet bir an mı…
Üç kişi ara sokaktayız. Diğerleriyle iletişim kuruyoruz.
Birimiz kayıp, diğerleri iyi. Fena gaz yemedik. “Kaybolursak orada buluşalım”
dediğimiz bara gidiyoruz. Sağ göğsünden biber gazının tüpüyle vurulan var,
kayıp barda velakin herkes iyi. Yorgunuz sadece. Bizim payımıza biraz fazla gaz
düştü. İçeride oturuyoruz. Bir yandan Halk TV olayları gösteriyor.
Tarlabaşı’nda yakılan arabalar, polis İstiklal’e girmeye başlamış haberleri… Ne
denli büyük bir şey yaptığımızı orada çakozluyorum. Ne yapmalı karar
veremiyoruz. Galatasaray Meydanı’na gidip oradakilere destek mi olmalı, ara
sokaklardan bir yerlere ulaşmaya mı çalışmalı, burada mı beklemeli… Kanımca,
şimdiden dönersek, seçeneklerin hepsi de boktandı. Bazen yanıtlar yerine soru
yanlıştır.
Kararsızlık ve “burada bekleyelim” kararı arasında,
polisler sokaktan geçiyor, koşanlar bara sığınıyor, barın içine gaz geliyor.
Barın arka tarafına geçiyorum. Orada klima var, hava daha temiz, uykusuzluğumu
iyiden iyiye hissetmeye başladım ve sanırım bu, gazın bünyemdeki etkisini
arttırıyor.
Bar, İstiklal’i görüyor. Polisler sıra sıra geçiyor,
arada insanlar… Bir sıra polisten sonra, aradaki insanlar bizim barın sokağına
koşuyor. Arkalarında iki polis var. İnsanlar tam barın önünde duruyor. Polis
sokağa biber gazı atıyor, tüp caddeye yakın bir yerde, fazla yol alamadan
düşüyor. Bu artık alışılageldik. Barın önündekiler polise şişe atıyor. Polis
yola devam etmiyor. Tekrar dizinin üzerine çöküp nişan alıyor. Camdan
görüyorum. Vitrin gibi, büyükçe bir camı var barın. Tüp, tüfekten çıkıyor.
Havada süzülüyor. Cadde ile barın sokağı arasında en azından 50 metre var. Tüp
insanlara doğru geliyor, süzülüyor, süzülüyor. İnsanların arasından geçiyor.
GÜM!
Tüp camı kırıp bardan içeri giriyor! İçeride zaten
yeterince kalabalığız. Koluma kıvılcımlar, her yere cam parçaları düşüyor.
Barın arkasına doğru kaçıyorum, gaz nedeniyle kapıdan çıkamayacağımı düşünerek.
15 kişilik bir kitle halinde arkaya yöneliyoruz. Yaşlı bir adam “Gelin gelin!”
diyor. Mutfağı önceden kaçış noktası olarak bellemiştim. Ama bizim mutfak
beklediğimden ufak. Gaz her yerde! Boğulacak mıyız? Nabzımı kontrol etmeliyim.
Sakin ol… Sakin ol… 15 kişilik güruh mutfağa doluşuyor, içeride yer yok artık.
Kapıyı tutuyor biri, gelmeye çalışanları itiyor. Dışarıdaki arkadaşlarım ne
durumda? Şu an ölüyorlar mı? Sakin ol… Sakin ol… Birileri kapıyı açmaya
çalıştıkça içeri duman doluyor. Kusanlar, öksürenler, sesler…
Etrafımdakiler kadar kötü değilim. Hatta şaşırıyorum
buna. Maskemden dolayı galiba. Biri arkadan sesleniyor “Gelin gelin!”. Ufak bir
koridor var, oradan geçiyoruz. Koridordan geçerken maskemi bastırmıyorum ve
kötü gaz yiyorum orada. Koridoru gaz sarmış. Mutfağın da arkasında, depo
varmış. Oradayız. Bardaklar-şişeler var. Öksürükler vs. devam ediyor. Bizim gruptan
üç kişi buradayız. Birimiz kötü durumda. Çuvalların üzerine yığılıyor.
Diğerleri önde kaldı. Ne oldu onlara? Deponun dışarıya bir yere kapısı var.
Kapının önündekiler derhal oraya-buraya atılıyor, kapı kırılırcasına açılıyor balkonumsu yere.
Üç-dört kişi orada soluklanıyor.
Benim de durumum parlak değil. Beklediğim kadar da kötü
sayılmam. Ölmüyorum, fenalık geçirmiyorum… Tam o balkonumsu yere çıkıp hava
alacakken, bir yerler daha kırılıyor, yandaki barın arkasına geçiyoruz.
İnsanlar durumumuzu soruyor. Oradan aradaki sokağa çıkıyoruz üçümüz. Diğerleri
nerede? Sokakta bir kadın “Gelin gelin!” diyor. Bir apartmanın giriş katındaki
kafeye sığınıyoruz. Kafede başka sığınanlar da var. Birinin durumu çok kötü.
Ölmek üzere gibi. O taşınıyor, biz soluklanmaya çalışıyoruz… Kafenin sokağına
da gaz atılıyor… Etkilenmiyoruz bundan. Arkadaşlarımızla iletişim kuruyoruz.
İyilermiş. Onlar da bir apartmana mı ne sığınmış…
İçlerinden biri geliyor yanımıza. Patlayan cam boynunu
kesmiş, kafasındaki camları temizliyor, kesiği derin değil. Birimiz daha
geliyor “diğerleri şurada, hemen çıkmamız lazım, polis mekanları basıp
içeridekileri topluyormuş”. Fevkalade gaz yemiş bireyler olarak artık gücümüz
yok. Uykusuzluğumu da katınca benim yürümeye dahi mecalim yok.
Beş dakika sonra çıkıyoruz. Cihangir’den Tophane’ye
ineceğiz. Aralardan… Yürüyüşe başlıyoruz. Helikopter tüm gün olduğu gibi
tepemizde. Aralar sakin. Cihangir’den geçiyoruz. İnsanlar pencerelerde…
Tencere-tavaya vuruyor. Tophane halkı bize karşı sert fakat sürtüşme var
yalnızca. Tophane’ye iniyoruz. Arkadaşlarımız orada. Herkes iyi. Biri kaçarken
barda kalan hırkamı almış! Herkes iyi, yaşıyoruz.
Tüpün tüfekten çıkıp camdan içeri girdiği saniyeleri,
hayatımın son saniyeleri sanmıştım. Değilmiş. Korkunçtu, garipti,
dehşetengizdi.
**
Taksilerle Beşiktaş’a gidiyoruz. Arkadaşımızın evi
istikamet… Giderken, apartmanlarda, insanlar camlardan çıkmış,
tencerelere-tavalara vuruyor, ışıkları yakıp-söndürüyor. Ne yaptığımızı tekrar
çakozluyorum. Dönüyoruz, mahalleli bizi kutlarcasına alkışlıyor, camlar dolu,
tencere-tava sesleri, sloganlar, tezahüratlar… Bir saat kadar oturuyoruz
sokakta. Galibiyet gibi. Başka bir grup daha geliyor direnişten dönen. Onlar da
oturuyor. Deplasman dönüşü hava-alanında karşılanmış gibiyiz… Golü hepimiz
attık.
**
Ertesi sabah eve dönmem gerek. Sonra tekrar gideceğim
Taksim’e “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam.”. Erken uyanıyorum. Odamız çok havasız. İki-üç
saatlik saçma ve ayakta bir yolculuğun ardından eve geliyorum. Uyandığımda
orada olmayan bir dudak oluşuyor diz kapağımın arkasında. Bacağım hem
kapanmıyor hem de tam açılmıyor. Harika!
Günün devamını internetten takip ediyorum. Orada olmaktan
daha kötü. Bir şey yapamıyorsunuz ve orada gibisiniz. Tuvalete bile koşarak
gidip-geliyorum. Kalabalık çok büyük, meydana yürüyor. Gaz ritüelinden sonra
polis geri basıyor. Taksim halkın! Orada değilim, ne kötü!
**
Yine
araya gireyim, evde her gürültü “flashback” sebebi oldu. Futbol oynarken düşen
adamlar, seyircilerin sesinden vs. çok rahatsız oldum sonraki günlerde. Aklıma
gelmişken, futbolu “kitle imha silahı”, “cahil oyunu”, “22 kişinin topun
peşinden koşması” olarak tanımlayanların da bu direnişten sonra yüzü
kızarmıştır herhalde. Futbol asla yalnızca futbol olmadı. Bu, bu süreçte beni
mutlu eden ufak bir husus oldu. 31 Mayıs’ta meydana yürürken, insanların
birbirlerine karşı nezaketi, o keşmekeşte bile saygılı olmaları, o harika
kitle; beni ilk kez ülkemde hissettirdi. İlk kez, yabancı biri gibi hissetmedim
bu topraklarda. Belki de çok elitist gelecek ama en son bunu New York’ta
hissetmiştim.
**
Ertesi
akşam soluğu parkta alıyorum. Bacağım hala düzelmiş sayılmaz fakat evde
durulmuyor. Park iyi durumda, biraz film seti havası var. İnsanlar, meşaleler,
sloganlar, ters çevrilmiş polis aracı… Hadi devamı sonraya kalsın…