16 Haz 2013

555K

Şimdi Bursa’da ipek çeken kızlar
Bir karasevda halinde söylemektedir:
Görmeğe alıştığımız nice yazlar
Kimleri alıp götürdüler ama kimleri
Karanfil bıyıklı genç teğmenleri
Ak saçlı profesörleri, öğrencileri
Adları şuramıza işlemektedir
Ah dayanmaz dayanmaz bakmaya gözler
Bir karasevda halinde söylemektedir
Şimdi Bursa’da ipek çeken kızlar

Şimdi Erzurum’da çift sürenlerin
Geçit vermez kaşlarının altında
Derindir, ıssızdır, korkunçtur gözleri
Sabanın demiri girdikçe toprağa
Hınçlarını gömmektedir içine yerin.
Çünkü millet hayınları Ankaralarda
Çünkü İzmirlerde, çünkü İstanbullarda
Çünkü başka yerlerinde memleketin
Kanına girdiler masum gençlerin
İşte onun için karanlıktır gözleri
Şimdi Erzurum’da çift sürenlerin.

Şimdi saat sekizdir başlar gecemiz
Gündüzü kısalttılar geceyi uzattılar
Şimdi acının ve hüznün göklerinde
Umudun yıldızı sarı yıldız mavi yıldız
Uykumuzun bir ucunda bombalar
Bir ucunda hürriyet inancı sabaha kadar
İngiliz usulü piyade tüfekleriyle
İnsanca yaşamanın onuru arasında
Milletcek bir gidip bir geliyoruz
Şimdi saat sekizdir başlar gecemiz

Şimdi ay doğar bulutlar arasından
Kavat derebeyleri yüreksiz Bolu beyleri
Hırsızlar, yüzde oncular, kumar erleri
Cebren ve hile ile haklarımızı alan
Zulmü ve alçaklığı yöneten murdar üçgen
Biliyor musunuz bir orman gelişiyor şimdi
Türküleri duyuyor musunuz nice derin
Yakılmış çoban ateşleriyle dağlarda
Karanlığı tutuşturup bir köşesinden
Geceyi gündüze çevirenlerin

Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını

İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.

-Cemal Süreya

15 Haz 2013

Gezi

            Aslında gelişmeleri takip etmek ve daha çok günümü aktarmak için bu yazıyı yazmak için biraz daha beklemek istiyordum lakin canım anlatmak istiyor artık. Malum, her gün direnişle ilgili bir şeyler olmakta…

            31 Mayıs 2013 saat 04.00 suları. Bizzat “Mi Minör” isimli oyunda ışığını yakından görme şansına nail olduğum Pınar Öğün, cep telefonunun kamerasıyla parktan canlı yayın yapıyor. Mi Minör interaktif ve farklı bir oyun denemesiydi. Seyirciler olarak sahnede yer alabiliyorduk, dünyaya yayın yapabiliyorduk. Önceki günlerde, adlarını birbirine karıştırdığım gazetelerden biri (Vakit-Nakit-Yeni Vakit-Yeni Akit-Akit Vakti-Eski Açık benzeri bir ismi olmalı…), o oyunu bir “prova”, Memet Ali Alabora’yı ise “her şeyin sorumlusu” olarak işaret etti. Bu zamana dek bu çıkışı nasıl yapmadıklarına şaşırdım açıkçası. Demek ki oyunu izlememişler, biri bilgiyi üflemiş onlara (Cümle bittiğinde neye şaşırdığımı bulamadım). Mi Minör, arkadaşlarımın beğendiği, benim beğenmediğim bir oyundu. Ütopik, bilim-kurguvari, değişik (Değişikten sonra gülüşmeler…). Lisede, okullar kapanmadan evvel İngilizce derslerinde maruz kaldığımız bilim-kurgulara benziyordu. İçselleştirmek zor…

            Geri dönelim. Gezi Parkı’nı Pınar Öğün’le turluyoruz. Çadırlar, stantlar, kalabalık. İnsanların keyfi yerinde. Şarkılar söyleniyor, uyunuyor, arada sanatla uğraşan simalar göze çarpıyor…

            Saat 04.45. Pınar Öğün, parkın çevresine polislerin gelmeye başladığını, müdahale beklediklerini, astım hastası olduğu için yayını bitirmesi gerektiğini söylüyor. Derhal başka bir telefondan yapılan yayına geçiyorum. Polis, içeridekiler kaçamasın diye parkın çıkışlarını kapatıyor. Belli ki canlı yayında polis terörü izleyeceğiz. Pek garip değil.

            Saat 05.00 olduğu an, kapıdaki araç (adını artık herkes biliyor; Toma) bariyerleri yıkıp içeri giriyor. Polis, tam da o saatlerde ana-akım kanallarda bolca bulunabilecek boktan aksiyon filmlerindeki polisler gibi bir “gazla” içeri girip, hiçbir şey demeden onlarca tüp “gaz” atıyor.

            Parktaki ahali müdahale geleceğini bildiğinden, önceden parkın ortasındaki havuzun etrafında toplanmış, yerde oturuyor. O anki durum ve eylemin evveliyatı “Fransız öğrenciler Eyfel’in önünde 3 gün oturdu, devlet burslara zam yaptı” gibi duruyor. Ancak polis Fransa’daki gibi davranmıyor. İnsanların oturduğu yere ulaşılıyor ve yine tüplerce (bombalarca) gaz atılıyor.

            İnsanlar kaçışıyor. Kaçışan insanların çıkmaya çalıştığı merdiven çöküyor. Yaralılar var. İnsanlıktan “bile” nasibini almamış polisler sıka sıka devam ediyor. Saat 06.30’a dek izlemeye devam ediyorum. Parktan İstiklal’e kaçan insanlar orada da polise maruz kalıyor ve orada da gaz yiyor. Bunları İBB’nin kameralarından görüyorum. O saatlerde genellikle çay ve sigara ile boğaz manzarası izlediğim kameralar, o gün çok zıt şeyler gösteriyor… Saat 08.30’da uyanmam gerekiyor. Midem sinirden çığlıklar atıyor.

**

            Sabah dostum arıyor: “İstiklal’e gidiyor muyuz?” O söylemeden önce de aklımda gitmek var. Gideceğiz. Parka, ağaçlara, oradaki insanlara sahip çıkmak için. Sesimizi duyurmak için.

            Şimdi araya girmeliyim. Bir gün Gezi Parkı’na giderken taksici “Orada ne var bu kadar ya? On beş tane ağaç var alt tarafı. Adam dedi, yapacak yani. Boşuna uğraşıyor insanlar. “Yapacağım” diyor, nasıl engelleyeceksin? Gittim gördüm, on beş tane ağaç var…”.

            On dakikalık bir zaman diliminde, ağaç sevgisini, doğa sevgisini, insan olmayı, medeniyetin bina değil park yapmaya çalışmak olduğunu ben anlatamazdım. Kısa cümleler kurabilen biri değilim. Ne yazık ki sustum. Şu an serbest zamanım var. Anlatabilirim; kendimden.

            Halam ve babaannem Bakırköy’de yaşıyor. Zuhurat Baba Camii’nin karşı çaprazında evleri. Yani cadde üzerinde… Sanırım 25 ila 35 yıldır oradalar. Apartmanın önünde rahmetli dedemin diktiği bir ağaç var. O ağacı her gördüğümde, durup bakıyorum. Her baktığımda görüyorum. Dedemi hiç görmedim ama ağaç orada duruyor. Babamla beraber dikmişler. O zaman caddede pek ağaç yokmuş. Halamlar 4. Katta oturuyor, ağaç balkonlarını aşıyor. Rüzgar esince hışırdıyor. Görünce en çok mutlu olduğum ağaçtır.

            Eskiden Belgrad Ormanı yakınında bir evimiz vardı. Hafta sonları giderdik. Aslında yaşamak için almıştık fakat bir türlü alışamadık oraya. Issızdı o zamanlar… Biz o evde –aralıksız- bir hafta yaşamaya çalıştık. Ben çok mutluydum aslında. Zaten hep tek başıma oynardım. Hiç yalnızlık çekmiyordum. Bahçeyi babam, dedem, tüm akrabalarımız büyük bir özenle oluşturdu. Domates, maydanoz, dut vardı. Domatesler tüm klişelere rağmen mis kokardı. Bahçenin bir köşesinde piknik masası vardı, etrafında çiçekler. Çiçeklerin öldüğünü bilmeden anneme toplardım sabahları. Orada uyandığım her sabah yüzümü bile yıkamadan bahçeye çıkar, evin etrafında bir tur atardım. Hatta bir sabah, evin köşesini dönünce beni koca bir inek karşıladı! Sonra çit yaptık… Bir gün yere düşen çekirdek sonucu top oynadığım yerde karpuz çıktı, sahayı ona göre değiştirmek durumunda kaldım. Bahçenin bir köşesinde de bir bankımız vardı. Üzerinde büyük bir çınar ağacı... Babam kitap okumam için yapmıştı orayı. Maalesef kısmet olamadı; okumam yoktu henüz.

            Bahçede bir de bizim dikmediğimiz, evi aldığımızda orada olan, büyük bir ağaç vardı. Yani bizim ağaçlarımıza göre büyük. Onu direk yapardım hep. Ben en çok o ağacı severdim. Bahçenin ortasında, kocaman... Hem de çok güzel direk oluyor.

            Yıllar sonra bir gün oraya bakmaya gittiğimizde (ev artık bize ait değildi), o ağacın evin boyunu aştığını, hatta epey aştığını gördük. Yine çocuktum. Arabadaydık “Oha direk yaptığım ağaca bak!” cümlem geliyor kulağıma. Heyecanla. O kadar mutlu olmuştum ki o ağaç için. Gizli gizli ağlamıştım…

            Şimdi, pencereden bakınca gördüğüm, karşı komşunun mavi ladini ya da… Uyumadan önce içtiğim sigarada sürekli onu kontrol ediyorum. Sahibine gidip “yalnız çok zor büyüyor bu ağaç, dikkat edin” demek istiyorum. Mavi ladini çok seviyorum.

            3. Sınıfta, hayat bilgisi dersinde ektiğimiz fasulyeyi toprağa ekmem, çok büyütmem, sopaya bağlamam, fasulyeler vermesi, Ankara’dan taşınırken onu ardımda bırakmak zorunda kalmam veya…

            Doğayı herkes kadar sevdiğimi düşünürdüm hep. O gün, takside fark ettim ki, bazılarından daha çok seviyorum. Hiç ağaç görmemiş, dikmemiş, ağaç sevememiş bir insana ben on dakikada ağacı anlatamazdım. Orada bir tane ağaç olsa bile kesilemeyeceğini, kaldı ki on beşten katbekat fazla ağaç olduğunu, şehirlerin nefes alma alanlarına ihtiyaçları olduğunu, asıl parklara ihtiyacımız olduğunu söylesem neler değişirdi bilmiyorum…

**

            İnönü Stadı’nın oraya dek çeşitli taşıtlarla geliyoruz. Stadın üst tarafında yürürken, yukarılardan gelen gaz gözlerimizi bir güzel yaşartıyor. Az uyuduğuma lanet ediyorum. Yığılıp kalmaktan korkuyorum. Kabataş’a yürürken, karşıdan gelen insanların gözleri akıyor, mendillerle burunlarını kapatıyorlar. Biz o tarafa yürüyoruz.

Akşam 6-7 gibi Tünel’e varıyoruz. Oradan Galatasaray’a. Meydan kalabalık. Taraftar grupları var. Tezahüratlar yapılıyor, hükümet istifaya davet ediliyor. Giderken kalabalık olmaya başladığını duymuştuk sanırım. Haberlerini almıştık… Gidişimiz biraz çocukça oldu. Nereye adım attığımızı bilmiyorduk ve düşününce çocukluk anısı gibi geliyor. Düşünce tek, hareket çok.

            Kalabalık bir grubuz; on kişi veya daha fazla. Galatasaray’dan Taksim Meydanı’na dek silme insan var. Biraz önlere yürüyoruz. Meydanın oradan dumanlar yükseliyor. Polis gaz atıyor. Arada rüzgardan bize kadar geliyor. İnci Sözlük vasıtasıyla önlemlerimizi almışız. Doktor maskemiz, toz maskemiz, işçi gözlüğümüz, Rennie-su karışımımız…

            Cephede gaz yiyenler aramızdan geçiyor. Gözler kıpkırmızı olmuş, Rennie-sular sıkılmış. Polis, insanları meydana sokmuyor. Önde bir devir-daim söz konusu. Gazı yiyen arkaya geçiyor, henüz yememiş olanlar öne yürüyor. Direniş.

            İki-üç saat kadar sonra sıra bize geliyor. Öne iyice yaklaşıyoruz. Gaz tüpü hep bize göre sol tarafa düşüyor. Oraya düşecek, telaşa mahal yok.

            Maskemiz hazır, gittikçe yaklaşıyoruz. “Keşke daha çok uyusaydım. Nabzım artarsa nasıl kontrol edeceğim!” PAT!

            Gaz beklenen yere düşüyor. Oradan geriye kaçış var, kaçış alanı mevcut. Bağrışmalar arasında uyarılar: “Sakin! … Sakin! … Koşmayın!”

            Zaten acı-telaş oranımız yüksek değil. Herkes geriye doğru gidiyor sadece. Biraz geride kalabalık hafiften sıkışıyor. Gaz atılmasıyla bu anın arasında galiba 7-8 saniye kadar var. PAT!

            İkinci gaz. Yanımıza. İşte bunu beklemiyorduk. İkinci gazı kimse beklemiyordu. Kaçışma büyüdü, “Sakin! … Sakin! … Koşmayın! … Koşmayın!”. Kalabalık iyice arkaya gidince sıkışıyor. Ezilme tehlikesi, az uyku, solunan biber gazı. Grup olarak kaybolmamaya çalışıyor, birbirimizi tutuyoruz. “Arkanızdakine yaslanın!” bağırıyor bir adam, ezilme tehlikesini azaltmak için. Kaçışırken, gazın atıldığı sağ tarafımıza bakıyorum, ikinci gazdan 10 metre gerideyiz, Çarşı bir binanın camlarında, binayı işgal etmişler. Camlar birden kapanmaya başlıyor TAP! TAP! TAP! TAP! Bu anla ikinci gaz atılması arasında galiba 4-5 saniye kadar var. PAT!

            Üçüncü gaz. İşte büyük sürpriz bu oldu. Yine tam sağımıza. Bu sefer kaçışma büyük. Birbirimizi kaybediyoruz. Bir yandan nabzımı düşünerek sakin olmaya çalışıyorum. Gaz soluyorum. Maskeyi yüzüme bastırıyorum. Önümdekini kaybetmemeliyim. İkinci soldan ara sokağa atıyoruz kendimizi, bizim gruptan üç kişi.

**

            Camların kapandığı anı hayatımdaki son görüntü sanmıştım. Belki anlatınca veya gösterince hiçbir etkisi olmayacak fakat düşündüğümde hislerim ayaklanıyor. Müthiş bir an mı, berbat bir an mı, dehşet bir an mı…

            Üç kişi ara sokaktayız. Diğerleriyle iletişim kuruyoruz. Birimiz kayıp, diğerleri iyi. Fena gaz yemedik. “Kaybolursak orada buluşalım” dediğimiz bara gidiyoruz. Sağ göğsünden biber gazının tüpüyle vurulan var, kayıp barda velakin herkes iyi. Yorgunuz sadece. Bizim payımıza biraz fazla gaz düştü. İçeride oturuyoruz. Bir yandan Halk TV olayları gösteriyor. Tarlabaşı’nda yakılan arabalar, polis İstiklal’e girmeye başlamış haberleri… Ne denli büyük bir şey yaptığımızı orada çakozluyorum. Ne yapmalı karar veremiyoruz. Galatasaray Meydanı’na gidip oradakilere destek mi olmalı, ara sokaklardan bir yerlere ulaşmaya mı çalışmalı, burada mı beklemeli… Kanımca, şimdiden dönersek, seçeneklerin hepsi de boktandı. Bazen yanıtlar yerine soru yanlıştır.

            Kararsızlık ve “burada bekleyelim” kararı arasında, polisler sokaktan geçiyor, koşanlar bara sığınıyor, barın içine gaz geliyor. Barın arka tarafına geçiyorum. Orada klima var, hava daha temiz, uykusuzluğumu iyiden iyiye hissetmeye başladım ve sanırım bu, gazın bünyemdeki etkisini arttırıyor.

            Bar, İstiklal’i görüyor. Polisler sıra sıra geçiyor, arada insanlar… Bir sıra polisten sonra, aradaki insanlar bizim barın sokağına koşuyor. Arkalarında iki polis var. İnsanlar tam barın önünde duruyor. Polis sokağa biber gazı atıyor, tüp caddeye yakın bir yerde, fazla yol alamadan düşüyor. Bu artık alışılageldik. Barın önündekiler polise şişe atıyor. Polis yola devam etmiyor. Tekrar dizinin üzerine çöküp nişan alıyor. Camdan görüyorum. Vitrin gibi, büyükçe bir camı var barın. Tüp, tüfekten çıkıyor. Havada süzülüyor. Cadde ile barın sokağı arasında en azından 50 metre var. Tüp insanlara doğru geliyor, süzülüyor, süzülüyor. İnsanların arasından geçiyor. GÜM!

            Tüp camı kırıp bardan içeri giriyor! İçeride zaten yeterince kalabalığız. Koluma kıvılcımlar, her yere cam parçaları düşüyor. Barın arkasına doğru kaçıyorum, gaz nedeniyle kapıdan çıkamayacağımı düşünerek. 15 kişilik bir kitle halinde arkaya yöneliyoruz. Yaşlı bir adam “Gelin gelin!” diyor. Mutfağı önceden kaçış noktası olarak bellemiştim. Ama bizim mutfak beklediğimden ufak. Gaz her yerde! Boğulacak mıyız? Nabzımı kontrol etmeliyim. Sakin ol… Sakin ol… 15 kişilik güruh mutfağa doluşuyor, içeride yer yok artık. Kapıyı tutuyor biri, gelmeye çalışanları itiyor. Dışarıdaki arkadaşlarım ne durumda? Şu an ölüyorlar mı? Sakin ol… Sakin ol… Birileri kapıyı açmaya çalıştıkça içeri duman doluyor. Kusanlar, öksürenler, sesler…

            Etrafımdakiler kadar kötü değilim. Hatta şaşırıyorum buna. Maskemden dolayı galiba. Biri arkadan sesleniyor “Gelin gelin!”. Ufak bir koridor var, oradan geçiyoruz. Koridordan geçerken maskemi bastırmıyorum ve kötü gaz yiyorum orada. Koridoru gaz sarmış. Mutfağın da arkasında, depo varmış. Oradayız. Bardaklar-şişeler var. Öksürükler vs. devam ediyor. Bizim gruptan üç kişi buradayız. Birimiz kötü durumda. Çuvalların üzerine yığılıyor. Diğerleri önde kaldı. Ne oldu onlara? Deponun dışarıya bir yere kapısı var. Kapının önündekiler derhal oraya-buraya atılıyor, kapı kırılırcasına açılıyor balkonumsu yere. Üç-dört kişi orada soluklanıyor.

            Benim de durumum parlak değil. Beklediğim kadar da kötü sayılmam. Ölmüyorum, fenalık geçirmiyorum… Tam o balkonumsu yere çıkıp hava alacakken, bir yerler daha kırılıyor, yandaki barın arkasına geçiyoruz. İnsanlar durumumuzu soruyor. Oradan aradaki sokağa çıkıyoruz üçümüz. Diğerleri nerede? Sokakta bir kadın “Gelin gelin!” diyor. Bir apartmanın giriş katındaki kafeye sığınıyoruz. Kafede başka sığınanlar da var. Birinin durumu çok kötü. Ölmek üzere gibi. O taşınıyor, biz soluklanmaya çalışıyoruz… Kafenin sokağına da gaz atılıyor… Etkilenmiyoruz bundan. Arkadaşlarımızla iletişim kuruyoruz. İyilermiş. Onlar da bir apartmana mı ne sığınmış…

            İçlerinden biri geliyor yanımıza. Patlayan cam boynunu kesmiş, kafasındaki camları temizliyor, kesiği derin değil. Birimiz daha geliyor “diğerleri şurada, hemen çıkmamız lazım, polis mekanları basıp içeridekileri topluyormuş”. Fevkalade gaz yemiş bireyler olarak artık gücümüz yok. Uykusuzluğumu da katınca benim yürümeye dahi mecalim yok.

            Beş dakika sonra çıkıyoruz. Cihangir’den Tophane’ye ineceğiz. Aralardan… Yürüyüşe başlıyoruz. Helikopter tüm gün olduğu gibi tepemizde. Aralar sakin. Cihangir’den geçiyoruz. İnsanlar pencerelerde… Tencere-tavaya vuruyor. Tophane halkı bize karşı sert fakat sürtüşme var yalnızca. Tophane’ye iniyoruz. Arkadaşlarımız orada. Herkes iyi. Biri kaçarken barda kalan hırkamı almış! Herkes iyi, yaşıyoruz.

            Tüpün tüfekten çıkıp camdan içeri girdiği saniyeleri, hayatımın son saniyeleri sanmıştım. Değilmiş. Korkunçtu, garipti, dehşetengizdi.

**

            Taksilerle Beşiktaş’a gidiyoruz. Arkadaşımızın evi istikamet… Giderken, apartmanlarda, insanlar camlardan çıkmış, tencerelere-tavalara vuruyor, ışıkları yakıp-söndürüyor. Ne yaptığımızı tekrar çakozluyorum. Dönüyoruz, mahalleli bizi kutlarcasına alkışlıyor, camlar dolu, tencere-tava sesleri, sloganlar, tezahüratlar… Bir saat kadar oturuyoruz sokakta. Galibiyet gibi. Başka bir grup daha geliyor direnişten dönen. Onlar da oturuyor. Deplasman dönüşü hava-alanında karşılanmış gibiyiz… Golü hepimiz attık.

**

            Ertesi sabah eve dönmem gerek. Sonra tekrar gideceğim Taksim’e “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam.”.  Erken uyanıyorum. Odamız çok havasız. İki-üç saatlik saçma ve ayakta bir yolculuğun ardından eve geliyorum. Uyandığımda orada olmayan bir dudak oluşuyor diz kapağımın arkasında. Bacağım hem kapanmıyor hem de tam açılmıyor. Harika!

            Günün devamını internetten takip ediyorum. Orada olmaktan daha kötü. Bir şey yapamıyorsunuz ve orada gibisiniz. Tuvalete bile koşarak gidip-geliyorum. Kalabalık çok büyük, meydana yürüyor. Gaz ritüelinden sonra polis geri basıyor. Taksim halkın! Orada değilim, ne kötü!

**
           
Yine araya gireyim, evde her gürültü “flashback” sebebi oldu. Futbol oynarken düşen adamlar, seyircilerin sesinden vs. çok rahatsız oldum sonraki günlerde. Aklıma gelmişken, futbolu “kitle imha silahı”, “cahil oyunu”, “22 kişinin topun peşinden koşması” olarak tanımlayanların da bu direnişten sonra yüzü kızarmıştır herhalde. Futbol asla yalnızca futbol olmadı. Bu, bu süreçte beni mutlu eden ufak bir husus oldu. 31 Mayıs’ta meydana yürürken, insanların birbirlerine karşı nezaketi, o keşmekeşte bile saygılı olmaları, o harika kitle; beni ilk kez ülkemde hissettirdi. İlk kez, yabancı biri gibi hissetmedim bu topraklarda. Belki de çok elitist gelecek ama en son bunu New York’ta hissetmiştim.

**



Ertesi akşam soluğu parkta alıyorum. Bacağım hala düzelmiş sayılmaz fakat evde durulmuyor. Park iyi durumda, biraz film seti havası var. İnsanlar, meşaleler, sloganlar, ters çevrilmiş polis aracı… Hadi devamı sonraya kalsın…