9 Ara 2013

Vitrin

"Ömrüm boyunca, ikinci el eşya satan bir dükkanın vitrinine bakar gibi baktım hayatıma."

Aile Çay Bahçesi'nden.

7 Kas 2013

Bahçe

            Gri güneşi sakladığı vakit, kanatlarını arkada kavuşturur; zifiri dallarda kuşlar. Nasıl desem… Bir terasım var, üzerine ufak kare bir masa ve rahatsız bir sandalyenin sığabileceği kadar. Evim arkaya bakıyor. Pencerem duvara. Evin arkası ufak bir bahçe. Bahçenin bir tarafı pencerem, bir tarafı garajın girişindeki yola bakan tel örgü, bir tarafı duvar, bir tarafı da yandaki evin bahçesi (benim bahçemle neredeyse aynı). İki bahçenin arasında ufak bir yürüyüş yolu var, apartmanın arka kapısıyla yukarıdaki, tüm evlerin kullandığı ortak, koca alanı birbirine bağlıyor. İşte o yukarıdan, benim evin bahçesini iki büyük çam ağacı kapatıyor. Gökyüzünü görmem iklim ve iki ağacın keyfine kalmış. Ben burada yaşıyorum. Bahçe ve yürüyüş yolunu, yan yatırdığım plastik sandalyelerle ayırdım: Çit çekmek yasak. Köpeğim bahçede koşturuyor. Kedimse bir keresinde üç gün eve gelmedi. Sonra bir daha çıkmadı dışarı. Yağmur yağıyor şimdi. Arada bir kağıdın soluna ve sağ baldırıma düşüyor. Bir nefes çekiyorum. Saldığım dumandan içimdekiler çıkmıyor. Çekebildiğim kadar güçlü bir nefes daha çekiyorum. Olmuyor.

19 Eki 2013

Yediğim İçtiğim Benim Olsun

Ne okuduklarımın, ne de izlediklerim hepsini hatırlıyorum. Ya da bana öyle geliyor. Neyse…

Alper Canıgüz’ün Oğullar ve Rencide Ruhlar isimli romanı 7.000 tavsiye barajını aştığı için okumaya koyuldum. Aslında daha çok, Kutay’ın Alper Kamu Cehennem Çiçeği kitabından harikulade bir pasaj okumasıyla bu kararı aldım. Çok eğlendim. Günümüz edebiyatının nadide örneklerinden; Oğullar ve Rencide Ruhlar.

İki kitap da, Alper Kamu isimli 5 yaşındaki detektifin çözmeye çalıştığı cinayetler üzerine. Oğullar ve Rencide Ruhlar, Cehennem Çiçeğine oranla daha akıcı. Lakin, Oğullar ve Rencide Ruhlar’ın kitabın geri kalanına çok ters bir bölümü var (her açıdan ters) ve orayı okurken oldukça yoruldum. Cehennem Çiçeği’nde ise, Alper Canıgüz kitaba başlarken biraz zorlanmış, önceki kitabın havasını yakalamak konusunda endişelenmiş gibiydi. Bu okurken zorlamasa da, garip. Yine de iki kitap da okuduktan sonra damakta kalıyor. Alper Kamu, ahde vefa örneği göstererek tıpkı ismini aldığı Albert Camus gibi intiharı da sorguluyor. Gerisini anlatmayayım çünkü keşfetmek ve okumak çok zevkli iki kitabı ve 5 yaşındaki düşünürümüzü.

Bu iki kitabı birer günde okumanın verdiği coşkuyla, Alper Canıgüz’ün tüm kitaplarını bitirmeye niyetlendim.  Gizliajans’ı okudum. İşsiz bir metin yazarının, bir reklam şirketinde çalışmaya başlaması üzerine başına gelen; tahmin edilmesi güç olayları anlatıyor. Diğer kitaplardan aldığım tadı bu kitaptan aldığımı söyleyemem. Bu yüzden tavsiye edemiyorum. Yine de gaza gelinirse okunabilir. Bu kitaptan sonra, diğer roman Tatlı Rüyalar’a başladım ancak Gizliajans’la gazım öyle kaçtı ki yarıda bıraktım. Elimdeki kitapları bitirince başlayacağım (acaba bunu dediğim kaç kitabı okuyorum sonra?).

Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı’nı okuyorum. Bulduğum boşluklarda okuduğumdan, henüz bitiremedim. Portatif kitap olarak kullanıyorum yani… Epey ilgi çekici ama “portatif” sıfatı yüzünden evde hiç okumuyorum.

Yeraltından Notlar’ı Boyut Yayıncılık’tan almıştım ve çevirisini beğenmemiştim (Boyut’tan alıp da çevirisini beğendiğim kitap olmadı). Bu yüzden, Hasan Ali Yücel’in çevirisini aldım (İş Bankası Yayınları). Yine de İletişim Yayınları’nın çevirisini mi alsaydım hala emin değilim. Özellikle Rus yapıtlarının fevkalade kötü çevirileri olabiliyor. Ne yazık ki paraya kıymak lazım.

Yine hatırlamadığım kitaplar var sanki…

Heh, Sinema, Benim Memleketim kitabını okudum. Fatih Akın’la söyleşiler yer alıyor. Başta biyografik ve genel bir söyleşi var, ardından filmlerine geçiliyor. Fatih Akın sevenler zaten okumuştur-okuyacaktır. Gayet güzel. Söyleşi de iyi kırpılmış, yapılmış. Rahatça okunuyor. Hayata bakışı ve filmleri ile ilgili bolca şey öğreniliyor Fatih Akın’ın.

Buradan topu sinemaya atalım.

Zeki Demirkubuz’un Masumiyet ve Kader ikilemesini izledim. Kader’i önceden televizyonda izlemiştim. Masumiyet’i izledikten sonra  tekrar izledim. Masumiyet’te nedense biraz İtalyan, biraz soğuk, biraz farklı bir hava var. İki film de ayrı güzel. Kader’de Vildan Atasever’i yine çok beğendim. Bir de Masumiyet’te kullanılan kamera mı kötü acaba? Masumiyet’i izleyince, aslında Kader’in sonunu da neredeyse biliyor duruma geliyoruz. Masumiyet’in sonu ayrıca çarpıcı. Galiba önce Kader’i izlemek daha mantıklı. Kader’in hikayesi zaten Masumiyet’te Haluk Bilginer  tarafından malum tiratla anlatılıyor.

Wes Anderson, ismini oradan-buradan 2.000 kadar kez duyduğum bir yönetmendi. Fakat ben de kendisini ısrarla ihmal edip unuttum. İlk, Moonrise Kingdom filmini Kutay ile izledik. Burada her şeyi başa döndüreyim: Wes Anderson bağımsız bir yönetmen ve filmlerini masal misali teatral bir havada çekiyor genelde. Canlı, pastel renkler kullanıyor ve neredeyse her şey simetrik (Rushmore bu genellemeleri bozuyor). Moonrise Kingdom, izlediklerim içinde en sevdiğim Wes Anderson filmi oldu. Serim bölümü hafiften geç verildiği için hikayesini anlatmayı uygun bulmuyorum. Mutlaka Wes Anderson izlenmeli. Moonrise Kingdom da bu adamın külliyatına başlarken doğru bir tercih olur. Rushmore’u pek beğenmedim. The Royal Tenenbaums da pek hoştu. Her şeyi, bir benzetmeyle özetlemeye çalışayım: Anderson sinemanın Van Gogh’u.

Kill Bill serisini (iki filme seri denir mi acaba?) tekrar izledim. Nedense sevgim katlandı. Uma Thurman bu kadar harika (!?) gelmemişti gözüme. Sanırım Django’dan çok seviyorum Kill Bill serisini artık. Tarantino’nun bu filmde daha cesur denemeleri var ve filmin detayları daha ince. Yine de Pulp Fiction’ın yeri başkadır. Inglourious Basterds’ı da galiba Kill Bill kadar seviyorum.

Obrana I Zastita’yı izledik Filmekimi’nde. Yani, Yabancı. Hırvatistan-Bosna Hersek ortak yapımı bu filmi Göktuğ’la pek sevdik. Bir Tarkovsky kokusu almak mümkün filmden. Nuri Bilge’nin filmlerine de pekala benzetebiliriz. Her şeye yabancı kalan bir adamın hikayesini anlatıyor (tabi film duruma dayalı). Bu tip filmlerde olduğu gibi (genelleme yapmak ne kötü) ilham verici ve demlendikçe açılan tipten. Gayet güzel. Göktuğ Heli’yi de beğenmiş. Tavsiye ediyor.

Yine Göktuğ’la dün Gravity’yi izledik. Çocukluk aşklarımdan Sandra Bullock’u üç boyutlu görme fırsatına eriştim ve yılların yüzüne kondurduğu kırışıklıkları yakinen gördüm. Film 3 boyutlu. Uzayda geçmesi, uzayı 3 boyutlu görmek heyecan verici. Hikayenin klişe ve vasat yanları var. Çoğu üç boyutlu filmde olduğu üzere (Avatar dışındaki animasyonlar bir yana) konu ve senaryo, günümüzden çok 10-15 yıl öncesinin klişelerine dayanıyor. Yine de görsel kısmından dolayı görülebilir. 3 boyutlu izlenmezse hiçbir halta benzemez ama…



İzlediklerimden de unuttuklarım oldu. Bari artık not alayım şunları bilgisayarıma…

1 Eyl 2013

Apartman Kapısında

            Sigaradan arta kalan nefeslerimde burnuma hıncahınç rutubet kokusu geliyor. "Nefeslerimde" ne ise? Sanki bilerek alıyorum… Burası bir dizinin stüdyosuna oldukça benziyor. Mütemadiyen şüpheleniyorum; “acaba burayı biliyorlar mı lan?” Olabilirler. Demek buraya gelmek için o keçilerin bile yuvarlanabileceği yokuşu çıktınız. Belki de yukarıdan gelip, aşağı inmişlerdir. Hiç sanmam. Arabayla gelmeme ihtimalleri çok düşük bir kere. Kıçımın altına temiz minder getirdiğime pişmanım. Kaç derecede yıkayacağıma bakmam gerekecek, minder diğer yıkayacağım şeyleri bekleyecek… Bir de daha fazla kirlenmesin diye kıçımı sağa sola kaydırmaktan vazgeçmeli miyim emin olamıyorum. En iyisi sırtımı duvara yaslamak, fazla kıpırdamam. Bu gereksizce şeyleri düşünmekten içim sıkılıyor. Tellendiriyorum bir tane. Pakette 7 dal kalmış. Almam gerekecek. Derhal Fazlı’yı aramalıyım. Gelirken alsın. Arıyorum. Reddediyor. Geri arayacak. Telefonum kontörlü ve daima reddedilip geri aranıyorum. Bu nazik bir davranış lakin bu tip acil aramalarda gayet boktan olabiliyor. Fazlı arıyor. “Ne oldu lan?” “Neredesin?” “Sokağa giriyorum şimdi geldim.” “Hay ağzına sıçayım.” Bunu söylerken köşeyi dönüyor, "sıçayım" kısmını yüzüne mi söyledim, telefona mı; akademik olarak tartışmalı. Şimdi o komik olamaması epey trajik olan, trajik olamamasıysa trajedik olan dizinin ekibindeki beyinsizlerin çıktığı yokuşu çıkmak zorunda kalacağım bakkala gitmek için. Trajedi ya da tragedyanın, tragos: "Keçi"den türemesi sanırım yazgının kulağıma fısıldadığı trajikomik bir espri.

Elindeki poşetten cam şıkırtısı geliyor. Telefonu cebime koyarken ikinci kat fırçaya geçiyorum “Cam şişe mi aldın Fazlı?” Birazdan tekrar küfür edeceğim ve kırıcı olmamak-fırçayı üçüncü seviyeye geçirebilmek-savımı tartışılır bir hale getirmemek adına, araya ismini sokuyorum. Fazlı savunmayı kalenin önüne yığıyor; “E soğuk hem de bunun tadı daha güzel.” Hep böylesin Fazlı… Benim takımım senin kalende müthiş bir baskı kurabiliyor, üstelik kilidi açacak kadife ayaklara sahibim. Sen de bunu bile bile savunmayı kalenin önüne yığıyorsun. Anlaşılan o ki fırça 4-5 kata dek çıkabilir. Zaten bütün gün evde oturmuşum, içim sıkkın. “Fazlı, ben günde kaç litre kola içiyorum abi?” Hem Fazlı, hem abi. Çok sert vuracağım. Fazlı ilgilenmemek için cebinden telefonunu çıkarıyor. Topu taca atma Fazlı, sakat numarası yapma Fazlı. Duymazlıktan gelirse farkı arttıracağımı biliyor; “1, 2…” “Benim cam şişe aldığımı gördün mü hiç?” “Sen çok içiyorsun ama bunlar küçük.” Topu kapıyorum “Küçükse niye bana bundan aldın amına koyayım. Bana yetecek mi şimdi bu?” Santradan sonra hemen tekrar topu kapıyorum “Güzel olsa bundan içerim herhalde ben de. Kolanın kaç ay rafta beklediğini, ne kadar güneşte kaldığını tahmin edebiliyorum. Bunun tadının daha güzel olup da benim bundan almama ihtimalim var mı sence?” Son cümlem pozisyonu karambole sokuyor fakat topu ağlara yolluyorum. Bu sırada “şimdi çocukların önünde kavga etmeyelim” edasıyla kolamı poşetten çıkarıyorum. Sigaramı dudaklarıma tutturup, cam şişenin kapağını duvarın köşesinde "sen bu salağa bakma kızım" dercesine açıyorum. Şimdi susarsam, Fazlı’nın “Acaba koladan şikayet etmeye devam edecek mi?” endişesi birkaç dakika sürecek. Lafa benim girmem lazım, sessizlik bu ara huzurumu bozuyor. 

          “Pelin’le mi mesajlaşıyorsun?” “Hee. Amına koyayım delireceğim ya. Yarın buluşamayacakmışız yine.” Aslında Pelin’e bu kadar sinirli değil. Yani kadınlara karşı odun gibi hoy-hoy yapan tiplerden değil. Belki Fazlı’yı sevme nedenlerimden biri de budur. Siniri dolaylı olarak biraz da bana. Hep böyle olur. Ben doğrudan Fazlı’ya sinirlenirim. Fazlı başkasına. Karşılıklı velakin sonsuz görüntü oluşturamayan iki ayna gibiyiz Fazlı’yla. Zaten evlerimiz de karşı-çapraz. “Niye buluşamıyorsunuz?” “Akrabaları gelecekmiş Erzincan’dan.” “Erzincan ne alaka lan?” “Ya memur mu ne işte akrabaları.” Bu gereksiz ayrıntıların üstüne gitmeye gerek yok. Ancak beynimin kontrol edemediğim bir yerleri, bu gereksiz ayrıntılar dosyasını pek seviyor. İçimde bir paparazzi var. Bundan sonra mümkün değil unutamam Pelin’in Erzincan’da bir memur akrabası olduğunu. “Öbür gün buluşun?” “Pazartesi? Pazartesi ben işten gece 4’te çıkıyorum abi.” Tam anlamıyla hakim olamadığım ve sorunun hatalı olduğu problemler canımı sıkıyor; “Sonra buluşun amına koyayım.” Bugün bolca amına koyayım kullanıyorum. Böylece Fazlı’nın bilinçaltı benim de sıkkın olduğumu kavrıyor ve aktardığı dertlerin voltajını düşürüyor. “Abi hiç bulaşamıyoruz ki ya.” Fazlı’ya sevgilisi olduğu için, birbirlerini sevdikleri için ne kadar mutlu olması gerektiğini anlatsam, en fazla iki saatlik bir ertelemeye yol açacağım. Mutlu olmalı mı, mutluluk nedir, mutluluk olmasa daha mı iyi olur konularını evde birkaç saat düşündüm. Sonra yine Nietzsche ve Schopenhauer’e sardım. Birkaç saat okudum. Sonra ad hominem’e başvurup, konuyu küfür edip kapattım. Bütün bu döngü ve o an orada bulunmak bir anda kabımı taşırıyor. “Siktir et.” Yeni bir sigara ekliyorum, yeni ad hominem’in ucuna. “Çok içiyorsun.” “Hee.” Uzatıyorum. Fazlı da yakıyor bir tane. “Abi Lazovic yokmuş kadroda.” Bugün aldığım en şaşırtıcı haber. “Hadi lan. Kimi oynatacakmış?” “Bilmem. Mustafa Besi’yi oraya çeker bence.” “Mustafa’nın yerinde kim oynayacak?” “Tarık’ı almış kadroya.” “Hay sıçayım… Kahvede mi izleyeceğiz maçı?” “Öyle yapalım ya.” Sigaramdan çektiğim dumanı uzaklara salıyorum, Mustafa Besi’yi sağ kanatta izleyecek olmanın verdiği sıkıntıyla.

10 Tem 2013

Filim-Kitap

İzledim bir şeyler. Todo Sobre Mi Madre harikaydı. Almodovar klasiği. Bütün diyaloglarda ve sahnelerde muhakkak ters köşeye yattım. Bir süre sonra “bu sefer”li bir çekişmeye dönüştü. Yine yattım. Büyük zevkle. “Keşke kamera icat edilmeyeydi de roman yazaydın Almodovar” diye bela okudum arkasından.

The Hurt Locker iyiydi. 6 heykelciği var. O yıl karşısında ne vardı da bunu kaçırdım bilmiyorum. Karşısındakini kendisinden daha çok merak ettim. Yine de ara sıra senaryo formatı halinde önümden geçti sahneler ve diyaloglar. Telvesi boldu biraz.

Confessions Of A Dangerous Mind. George Clooney’in bakış açısı pek güzeldi. Drew Barrymore’yi en çok bu filmde beğenmem benim kazmalığım olabilir. Julia Roberts’in defansa gelmemesi dengeleri bozdu biraz (Roberts tercihini beğenmedim demek oluyor bu, ben de şimdi öğrendim).

Traffic. Bunu da erteleye erteleye 13 yıl gelmişim… Sıradan sayılabilir. Kurgusu iyi. Sevdiğim sıradan filmler listem var içimde. Orada kendisine yer bulabilir. Sevdiğim sıradan filmleri bayağı seviyorum yalnız. Bir ara listesini mi yapsam!? Gone In 60 Seconds ve Shooter çok fena kafaya oynar listede. Lakin bazı oyuncuların yer aldığı filmleri hiçbir zaman sıradan listesine sokamam. Öyle de bir handikap var (Kate Winslet, Cameron Diaz, Al Pacino, Heath Ledger).

Usual Suspects. Bu zamana dek izlemedim! Ne iyi yapmışım hâlbuki. “Seven çok sever, sevmeyen…” Nefret ettim, üstüne bir de gereksiz duygu kullanımı yapıp kin duydum.

Albert Camus’un bir kitabını okudum, kitap yanımda olmadığı için adını hatırlayamıyorum. Bu da ödev yapmamaya bahane uydurur gibi oldu. Neyse, “1. Kişiden anlatım var” diyeceğim de ayırt edici olacak mı bilemedim. Pek hoştu. İsmini yazının altına iliştiririm bir ara. Hollanda’da yaşıyordu kahramanımız.

İki ayrı Italo Calvino kitabı okumaya çalıştım ve yine başaramadım.

Franny ve Zooey’i de bitirdim bu arada. Çok ağır okudum çünkü anlatılanı canlandırmak zevkliydi ve bitmesin istedim.

Erken Kaybedenler’e değindim.

Camus’un bir kitabını daha okumuştum. Tersi ve Yüzü. İlk kitabı. Bir sayfasını okurken uçtuğumu hissettim. Fotoğraf çekme aparatım olsa hemen paylaşacağım, yazarım olmazsa.

Bir şeyler daha vardı da aklıma gelmedi. Gelirse eklerim.

Karşı Duvara Karşı

            Ne kadar sıradan bir sahne… Sıcak hissedebildiğim bütün haritaya işlemiş, içeride sadece vantilatörün sesi var. Gözlerimi avuçlarımla ovuştururken burnum yufka gibi arada kalıyor. Sigara içimi bayıyor. İçimi bayması canımı sıkıyor, yine yakıyorum. Şarkı açmaya üşendiğimden bulduğum bir tam albümü dinliyorum. Tam albüm de neyse… Zaten yirmi üç dakika sonra başka bir albüm bulmak zorunda kalacağım. Muhtemelen ikinci şarkıda beğenmem, bu saatte müzik dinlemenin ne kötü bir fikir olduğunu düşünüp kapatırım.

            Bella ayağımı yastık olarak kullanıyor. Miki sıcakladıkça cama çıkıyor. Hava öyle boğucu ki bu gece dörtte koşmadı. Bir tur atıp vazgeçti yani… O da sanırım ışıktan rahatsız olduğundan televizyonun bulunduğu sehpanın altında yatıyor. Televizyon sehpası değil. Çünkü televizyonum olmasa da edinirdim onu. Beğenerek aldığım nadir eşyalardan. Almak “zorunda” olduğum eşyaların hiçbirini beğenmem alırken. İçinde bir dayatma var zira. Bu arada televizyonun bulunduğu sehpa zaten aslında dolap gibi bir şey. Ona bu kadar cümle ayıracağımı bilsem alırken bir kez daha düşünürdüm.

            Evdeki hiçbir eşya diğeriyle uyumlu değil sanırım. Hepsine bakınca farklı biçimde yabancılaşabiliyorum. Vantilatöre bakınca kadın kuaföründe hissediyorum mesela. Küçükken kendime oyun yaratmak için hiç heves veya nesne bulamadığım tek yer kadın kuaförüydü herhalde. Bütün o enteresan edevatları kullanıyorlardı, anneme bir şeyler yapıyorlardı, dinlenmesi gereken mühim meseleler konuşuluyordu, bunları duymamam gerektiğinde de yandaki pastaneden alınan çatal ve limonatayla kapının önünde oturup seyrek geçen arabalara, balkonlarda asılı duran çamaşırlara bakıyordum. Oyun oynayacak bir mecra da yoktu. Çatal dediğim yiyecek bu arada. Ona adını veren, bir süre sonra ağzınızı epey kurutması, limonatanızdan içince de boğazınıza çatal gibi batması. Yani bu benim tahminim. Çünkü ismi şekliyle alakalı olsaydı, ortasındaki boşluktan dolayı kaşık da denebilirdi. Aslında pek çok ismi olabilirmiş. Belki farklı yörelerde başka isimleri vardır. Mesela Malatya’da bundan böyle “boşlu” densin çatala. Malatya’da yemek isimleri müthiş bir düz mantıkla koyulur. İzmir’de de “Hatice” denebilir. Kadın ismi. Hatice kimdi ya? Geri çağırmaya uğraşırken gereksizlikler üstüme döküldü. Hatırlayamadım. Yok.

            Demirden bir hamakta yatıyorum. Bağladığım ağacın yaprakları dökülmüş. Üzerime düşünceler yağıyor. Dün böyle hissediyordum. Bugün, boynumda bir türlü gevşetemediğim kravatım var. Yarın? Turuncu geldi bana. Niyeyse.

            Albümün bitmesine bir buçuk dakika kalmış. Aman ne güzel. Gün birden ve on dakika öncesini evlatlıktan reddederek ağardı. Tıkandı, dinleniyor şimdi. Salinger’i çok seviyorum. Acayip sıkılgan bir adamdı bence. Romanlarında bakış açısını, olayları, detayları bu yüzden sürekli değiştiriyordu. Üç sene önce ölmüş bir adam için böyle atıp-tutmak da pek hoş oldu. Romancı insan da nasıl doksan bir sene yaşar anlamış değilim. Ömrüyle dahi şaşırtıyor diyeceğim ama romanlarını okurken pek şaşırdığımı hatırlamıyorum. Fal baksam şey derdim ona, “Dünyan çok güzel”.

            Salinger demişken, Erken Kaybedenler’in tadı damağımda kaldı. Okurken benzetmiştim Salinger’e. Sonra başka benzetenler de gördüm. Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı andırıyor. Zaten Salinger bitince damağa yapışır. Dilinle uğraş dur.


            Diğer okuyup-izlediklerime başka başlıkta değineyim. Kalabalık oldu. Gidelim artık. Diyeceğim o ki, neden kendi istediğim hayatı yaşayamıyorum? Böylesi çok yorucu…

5 Tem 2013

Erkenler

  " “Sen neden oynamıyorsun?” diye sordu.
   “Hafif bir sakatlık.”
   “Geçmiş olsun. Bisikletin var mı?”
   “Yok.”
   Ağbisinin dağ bisikleti varmış ama ona vermiyormuş.
“Üzülme Aycan,” dedim. “Dağlık bir bölgede yaşamıyoruz
zaten.”
   “Hiç komik değil.”
   “Beğenmiyorsan git başımdan,” diye bağırdım.
   “Niye bağırıyorsun ki?” diye sordu.
   “Özür dilerim. Kafam karışık.”
   “Orhan Kemal yüzünden mi?”
   “Hayır.”"

Erken Kaybedenler'den.

16 Haz 2013

555K

Şimdi Bursa’da ipek çeken kızlar
Bir karasevda halinde söylemektedir:
Görmeğe alıştığımız nice yazlar
Kimleri alıp götürdüler ama kimleri
Karanfil bıyıklı genç teğmenleri
Ak saçlı profesörleri, öğrencileri
Adları şuramıza işlemektedir
Ah dayanmaz dayanmaz bakmaya gözler
Bir karasevda halinde söylemektedir
Şimdi Bursa’da ipek çeken kızlar

Şimdi Erzurum’da çift sürenlerin
Geçit vermez kaşlarının altında
Derindir, ıssızdır, korkunçtur gözleri
Sabanın demiri girdikçe toprağa
Hınçlarını gömmektedir içine yerin.
Çünkü millet hayınları Ankaralarda
Çünkü İzmirlerde, çünkü İstanbullarda
Çünkü başka yerlerinde memleketin
Kanına girdiler masum gençlerin
İşte onun için karanlıktır gözleri
Şimdi Erzurum’da çift sürenlerin.

Şimdi saat sekizdir başlar gecemiz
Gündüzü kısalttılar geceyi uzattılar
Şimdi acının ve hüznün göklerinde
Umudun yıldızı sarı yıldız mavi yıldız
Uykumuzun bir ucunda bombalar
Bir ucunda hürriyet inancı sabaha kadar
İngiliz usulü piyade tüfekleriyle
İnsanca yaşamanın onuru arasında
Milletcek bir gidip bir geliyoruz
Şimdi saat sekizdir başlar gecemiz

Şimdi ay doğar bulutlar arasından
Kavat derebeyleri yüreksiz Bolu beyleri
Hırsızlar, yüzde oncular, kumar erleri
Cebren ve hile ile haklarımızı alan
Zulmü ve alçaklığı yöneten murdar üçgen
Biliyor musunuz bir orman gelişiyor şimdi
Türküleri duyuyor musunuz nice derin
Yakılmış çoban ateşleriyle dağlarda
Karanlığı tutuşturup bir köşesinden
Geceyi gündüze çevirenlerin

Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını

İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.

-Cemal Süreya

15 Haz 2013

Gezi

            Aslında gelişmeleri takip etmek ve daha çok günümü aktarmak için bu yazıyı yazmak için biraz daha beklemek istiyordum lakin canım anlatmak istiyor artık. Malum, her gün direnişle ilgili bir şeyler olmakta…

            31 Mayıs 2013 saat 04.00 suları. Bizzat “Mi Minör” isimli oyunda ışığını yakından görme şansına nail olduğum Pınar Öğün, cep telefonunun kamerasıyla parktan canlı yayın yapıyor. Mi Minör interaktif ve farklı bir oyun denemesiydi. Seyirciler olarak sahnede yer alabiliyorduk, dünyaya yayın yapabiliyorduk. Önceki günlerde, adlarını birbirine karıştırdığım gazetelerden biri (Vakit-Nakit-Yeni Vakit-Yeni Akit-Akit Vakti-Eski Açık benzeri bir ismi olmalı…), o oyunu bir “prova”, Memet Ali Alabora’yı ise “her şeyin sorumlusu” olarak işaret etti. Bu zamana dek bu çıkışı nasıl yapmadıklarına şaşırdım açıkçası. Demek ki oyunu izlememişler, biri bilgiyi üflemiş onlara (Cümle bittiğinde neye şaşırdığımı bulamadım). Mi Minör, arkadaşlarımın beğendiği, benim beğenmediğim bir oyundu. Ütopik, bilim-kurguvari, değişik (Değişikten sonra gülüşmeler…). Lisede, okullar kapanmadan evvel İngilizce derslerinde maruz kaldığımız bilim-kurgulara benziyordu. İçselleştirmek zor…

            Geri dönelim. Gezi Parkı’nı Pınar Öğün’le turluyoruz. Çadırlar, stantlar, kalabalık. İnsanların keyfi yerinde. Şarkılar söyleniyor, uyunuyor, arada sanatla uğraşan simalar göze çarpıyor…

            Saat 04.45. Pınar Öğün, parkın çevresine polislerin gelmeye başladığını, müdahale beklediklerini, astım hastası olduğu için yayını bitirmesi gerektiğini söylüyor. Derhal başka bir telefondan yapılan yayına geçiyorum. Polis, içeridekiler kaçamasın diye parkın çıkışlarını kapatıyor. Belli ki canlı yayında polis terörü izleyeceğiz. Pek garip değil.

            Saat 05.00 olduğu an, kapıdaki araç (adını artık herkes biliyor; Toma) bariyerleri yıkıp içeri giriyor. Polis, tam da o saatlerde ana-akım kanallarda bolca bulunabilecek boktan aksiyon filmlerindeki polisler gibi bir “gazla” içeri girip, hiçbir şey demeden onlarca tüp “gaz” atıyor.

            Parktaki ahali müdahale geleceğini bildiğinden, önceden parkın ortasındaki havuzun etrafında toplanmış, yerde oturuyor. O anki durum ve eylemin evveliyatı “Fransız öğrenciler Eyfel’in önünde 3 gün oturdu, devlet burslara zam yaptı” gibi duruyor. Ancak polis Fransa’daki gibi davranmıyor. İnsanların oturduğu yere ulaşılıyor ve yine tüplerce (bombalarca) gaz atılıyor.

            İnsanlar kaçışıyor. Kaçışan insanların çıkmaya çalıştığı merdiven çöküyor. Yaralılar var. İnsanlıktan “bile” nasibini almamış polisler sıka sıka devam ediyor. Saat 06.30’a dek izlemeye devam ediyorum. Parktan İstiklal’e kaçan insanlar orada da polise maruz kalıyor ve orada da gaz yiyor. Bunları İBB’nin kameralarından görüyorum. O saatlerde genellikle çay ve sigara ile boğaz manzarası izlediğim kameralar, o gün çok zıt şeyler gösteriyor… Saat 08.30’da uyanmam gerekiyor. Midem sinirden çığlıklar atıyor.

**

            Sabah dostum arıyor: “İstiklal’e gidiyor muyuz?” O söylemeden önce de aklımda gitmek var. Gideceğiz. Parka, ağaçlara, oradaki insanlara sahip çıkmak için. Sesimizi duyurmak için.

            Şimdi araya girmeliyim. Bir gün Gezi Parkı’na giderken taksici “Orada ne var bu kadar ya? On beş tane ağaç var alt tarafı. Adam dedi, yapacak yani. Boşuna uğraşıyor insanlar. “Yapacağım” diyor, nasıl engelleyeceksin? Gittim gördüm, on beş tane ağaç var…”.

            On dakikalık bir zaman diliminde, ağaç sevgisini, doğa sevgisini, insan olmayı, medeniyetin bina değil park yapmaya çalışmak olduğunu ben anlatamazdım. Kısa cümleler kurabilen biri değilim. Ne yazık ki sustum. Şu an serbest zamanım var. Anlatabilirim; kendimden.

            Halam ve babaannem Bakırköy’de yaşıyor. Zuhurat Baba Camii’nin karşı çaprazında evleri. Yani cadde üzerinde… Sanırım 25 ila 35 yıldır oradalar. Apartmanın önünde rahmetli dedemin diktiği bir ağaç var. O ağacı her gördüğümde, durup bakıyorum. Her baktığımda görüyorum. Dedemi hiç görmedim ama ağaç orada duruyor. Babamla beraber dikmişler. O zaman caddede pek ağaç yokmuş. Halamlar 4. Katta oturuyor, ağaç balkonlarını aşıyor. Rüzgar esince hışırdıyor. Görünce en çok mutlu olduğum ağaçtır.

            Eskiden Belgrad Ormanı yakınında bir evimiz vardı. Hafta sonları giderdik. Aslında yaşamak için almıştık fakat bir türlü alışamadık oraya. Issızdı o zamanlar… Biz o evde –aralıksız- bir hafta yaşamaya çalıştık. Ben çok mutluydum aslında. Zaten hep tek başıma oynardım. Hiç yalnızlık çekmiyordum. Bahçeyi babam, dedem, tüm akrabalarımız büyük bir özenle oluşturdu. Domates, maydanoz, dut vardı. Domatesler tüm klişelere rağmen mis kokardı. Bahçenin bir köşesinde piknik masası vardı, etrafında çiçekler. Çiçeklerin öldüğünü bilmeden anneme toplardım sabahları. Orada uyandığım her sabah yüzümü bile yıkamadan bahçeye çıkar, evin etrafında bir tur atardım. Hatta bir sabah, evin köşesini dönünce beni koca bir inek karşıladı! Sonra çit yaptık… Bir gün yere düşen çekirdek sonucu top oynadığım yerde karpuz çıktı, sahayı ona göre değiştirmek durumunda kaldım. Bahçenin bir köşesinde de bir bankımız vardı. Üzerinde büyük bir çınar ağacı... Babam kitap okumam için yapmıştı orayı. Maalesef kısmet olamadı; okumam yoktu henüz.

            Bahçede bir de bizim dikmediğimiz, evi aldığımızda orada olan, büyük bir ağaç vardı. Yani bizim ağaçlarımıza göre büyük. Onu direk yapardım hep. Ben en çok o ağacı severdim. Bahçenin ortasında, kocaman... Hem de çok güzel direk oluyor.

            Yıllar sonra bir gün oraya bakmaya gittiğimizde (ev artık bize ait değildi), o ağacın evin boyunu aştığını, hatta epey aştığını gördük. Yine çocuktum. Arabadaydık “Oha direk yaptığım ağaca bak!” cümlem geliyor kulağıma. Heyecanla. O kadar mutlu olmuştum ki o ağaç için. Gizli gizli ağlamıştım…

            Şimdi, pencereden bakınca gördüğüm, karşı komşunun mavi ladini ya da… Uyumadan önce içtiğim sigarada sürekli onu kontrol ediyorum. Sahibine gidip “yalnız çok zor büyüyor bu ağaç, dikkat edin” demek istiyorum. Mavi ladini çok seviyorum.

            3. Sınıfta, hayat bilgisi dersinde ektiğimiz fasulyeyi toprağa ekmem, çok büyütmem, sopaya bağlamam, fasulyeler vermesi, Ankara’dan taşınırken onu ardımda bırakmak zorunda kalmam veya…

            Doğayı herkes kadar sevdiğimi düşünürdüm hep. O gün, takside fark ettim ki, bazılarından daha çok seviyorum. Hiç ağaç görmemiş, dikmemiş, ağaç sevememiş bir insana ben on dakikada ağacı anlatamazdım. Orada bir tane ağaç olsa bile kesilemeyeceğini, kaldı ki on beşten katbekat fazla ağaç olduğunu, şehirlerin nefes alma alanlarına ihtiyaçları olduğunu, asıl parklara ihtiyacımız olduğunu söylesem neler değişirdi bilmiyorum…

**

            İnönü Stadı’nın oraya dek çeşitli taşıtlarla geliyoruz. Stadın üst tarafında yürürken, yukarılardan gelen gaz gözlerimizi bir güzel yaşartıyor. Az uyuduğuma lanet ediyorum. Yığılıp kalmaktan korkuyorum. Kabataş’a yürürken, karşıdan gelen insanların gözleri akıyor, mendillerle burunlarını kapatıyorlar. Biz o tarafa yürüyoruz.

Akşam 6-7 gibi Tünel’e varıyoruz. Oradan Galatasaray’a. Meydan kalabalık. Taraftar grupları var. Tezahüratlar yapılıyor, hükümet istifaya davet ediliyor. Giderken kalabalık olmaya başladığını duymuştuk sanırım. Haberlerini almıştık… Gidişimiz biraz çocukça oldu. Nereye adım attığımızı bilmiyorduk ve düşününce çocukluk anısı gibi geliyor. Düşünce tek, hareket çok.

            Kalabalık bir grubuz; on kişi veya daha fazla. Galatasaray’dan Taksim Meydanı’na dek silme insan var. Biraz önlere yürüyoruz. Meydanın oradan dumanlar yükseliyor. Polis gaz atıyor. Arada rüzgardan bize kadar geliyor. İnci Sözlük vasıtasıyla önlemlerimizi almışız. Doktor maskemiz, toz maskemiz, işçi gözlüğümüz, Rennie-su karışımımız…

            Cephede gaz yiyenler aramızdan geçiyor. Gözler kıpkırmızı olmuş, Rennie-sular sıkılmış. Polis, insanları meydana sokmuyor. Önde bir devir-daim söz konusu. Gazı yiyen arkaya geçiyor, henüz yememiş olanlar öne yürüyor. Direniş.

            İki-üç saat kadar sonra sıra bize geliyor. Öne iyice yaklaşıyoruz. Gaz tüpü hep bize göre sol tarafa düşüyor. Oraya düşecek, telaşa mahal yok.

            Maskemiz hazır, gittikçe yaklaşıyoruz. “Keşke daha çok uyusaydım. Nabzım artarsa nasıl kontrol edeceğim!” PAT!

            Gaz beklenen yere düşüyor. Oradan geriye kaçış var, kaçış alanı mevcut. Bağrışmalar arasında uyarılar: “Sakin! … Sakin! … Koşmayın!”

            Zaten acı-telaş oranımız yüksek değil. Herkes geriye doğru gidiyor sadece. Biraz geride kalabalık hafiften sıkışıyor. Gaz atılmasıyla bu anın arasında galiba 7-8 saniye kadar var. PAT!

            İkinci gaz. Yanımıza. İşte bunu beklemiyorduk. İkinci gazı kimse beklemiyordu. Kaçışma büyüdü, “Sakin! … Sakin! … Koşmayın! … Koşmayın!”. Kalabalık iyice arkaya gidince sıkışıyor. Ezilme tehlikesi, az uyku, solunan biber gazı. Grup olarak kaybolmamaya çalışıyor, birbirimizi tutuyoruz. “Arkanızdakine yaslanın!” bağırıyor bir adam, ezilme tehlikesini azaltmak için. Kaçışırken, gazın atıldığı sağ tarafımıza bakıyorum, ikinci gazdan 10 metre gerideyiz, Çarşı bir binanın camlarında, binayı işgal etmişler. Camlar birden kapanmaya başlıyor TAP! TAP! TAP! TAP! Bu anla ikinci gaz atılması arasında galiba 4-5 saniye kadar var. PAT!

            Üçüncü gaz. İşte büyük sürpriz bu oldu. Yine tam sağımıza. Bu sefer kaçışma büyük. Birbirimizi kaybediyoruz. Bir yandan nabzımı düşünerek sakin olmaya çalışıyorum. Gaz soluyorum. Maskeyi yüzüme bastırıyorum. Önümdekini kaybetmemeliyim. İkinci soldan ara sokağa atıyoruz kendimizi, bizim gruptan üç kişi.

**

            Camların kapandığı anı hayatımdaki son görüntü sanmıştım. Belki anlatınca veya gösterince hiçbir etkisi olmayacak fakat düşündüğümde hislerim ayaklanıyor. Müthiş bir an mı, berbat bir an mı, dehşet bir an mı…

            Üç kişi ara sokaktayız. Diğerleriyle iletişim kuruyoruz. Birimiz kayıp, diğerleri iyi. Fena gaz yemedik. “Kaybolursak orada buluşalım” dediğimiz bara gidiyoruz. Sağ göğsünden biber gazının tüpüyle vurulan var, kayıp barda velakin herkes iyi. Yorgunuz sadece. Bizim payımıza biraz fazla gaz düştü. İçeride oturuyoruz. Bir yandan Halk TV olayları gösteriyor. Tarlabaşı’nda yakılan arabalar, polis İstiklal’e girmeye başlamış haberleri… Ne denli büyük bir şey yaptığımızı orada çakozluyorum. Ne yapmalı karar veremiyoruz. Galatasaray Meydanı’na gidip oradakilere destek mi olmalı, ara sokaklardan bir yerlere ulaşmaya mı çalışmalı, burada mı beklemeli… Kanımca, şimdiden dönersek, seçeneklerin hepsi de boktandı. Bazen yanıtlar yerine soru yanlıştır.

            Kararsızlık ve “burada bekleyelim” kararı arasında, polisler sokaktan geçiyor, koşanlar bara sığınıyor, barın içine gaz geliyor. Barın arka tarafına geçiyorum. Orada klima var, hava daha temiz, uykusuzluğumu iyiden iyiye hissetmeye başladım ve sanırım bu, gazın bünyemdeki etkisini arttırıyor.

            Bar, İstiklal’i görüyor. Polisler sıra sıra geçiyor, arada insanlar… Bir sıra polisten sonra, aradaki insanlar bizim barın sokağına koşuyor. Arkalarında iki polis var. İnsanlar tam barın önünde duruyor. Polis sokağa biber gazı atıyor, tüp caddeye yakın bir yerde, fazla yol alamadan düşüyor. Bu artık alışılageldik. Barın önündekiler polise şişe atıyor. Polis yola devam etmiyor. Tekrar dizinin üzerine çöküp nişan alıyor. Camdan görüyorum. Vitrin gibi, büyükçe bir camı var barın. Tüp, tüfekten çıkıyor. Havada süzülüyor. Cadde ile barın sokağı arasında en azından 50 metre var. Tüp insanlara doğru geliyor, süzülüyor, süzülüyor. İnsanların arasından geçiyor. GÜM!

            Tüp camı kırıp bardan içeri giriyor! İçeride zaten yeterince kalabalığız. Koluma kıvılcımlar, her yere cam parçaları düşüyor. Barın arkasına doğru kaçıyorum, gaz nedeniyle kapıdan çıkamayacağımı düşünerek. 15 kişilik bir kitle halinde arkaya yöneliyoruz. Yaşlı bir adam “Gelin gelin!” diyor. Mutfağı önceden kaçış noktası olarak bellemiştim. Ama bizim mutfak beklediğimden ufak. Gaz her yerde! Boğulacak mıyız? Nabzımı kontrol etmeliyim. Sakin ol… Sakin ol… 15 kişilik güruh mutfağa doluşuyor, içeride yer yok artık. Kapıyı tutuyor biri, gelmeye çalışanları itiyor. Dışarıdaki arkadaşlarım ne durumda? Şu an ölüyorlar mı? Sakin ol… Sakin ol… Birileri kapıyı açmaya çalıştıkça içeri duman doluyor. Kusanlar, öksürenler, sesler…

            Etrafımdakiler kadar kötü değilim. Hatta şaşırıyorum buna. Maskemden dolayı galiba. Biri arkadan sesleniyor “Gelin gelin!”. Ufak bir koridor var, oradan geçiyoruz. Koridordan geçerken maskemi bastırmıyorum ve kötü gaz yiyorum orada. Koridoru gaz sarmış. Mutfağın da arkasında, depo varmış. Oradayız. Bardaklar-şişeler var. Öksürükler vs. devam ediyor. Bizim gruptan üç kişi buradayız. Birimiz kötü durumda. Çuvalların üzerine yığılıyor. Diğerleri önde kaldı. Ne oldu onlara? Deponun dışarıya bir yere kapısı var. Kapının önündekiler derhal oraya-buraya atılıyor, kapı kırılırcasına açılıyor balkonumsu yere. Üç-dört kişi orada soluklanıyor.

            Benim de durumum parlak değil. Beklediğim kadar da kötü sayılmam. Ölmüyorum, fenalık geçirmiyorum… Tam o balkonumsu yere çıkıp hava alacakken, bir yerler daha kırılıyor, yandaki barın arkasına geçiyoruz. İnsanlar durumumuzu soruyor. Oradan aradaki sokağa çıkıyoruz üçümüz. Diğerleri nerede? Sokakta bir kadın “Gelin gelin!” diyor. Bir apartmanın giriş katındaki kafeye sığınıyoruz. Kafede başka sığınanlar da var. Birinin durumu çok kötü. Ölmek üzere gibi. O taşınıyor, biz soluklanmaya çalışıyoruz… Kafenin sokağına da gaz atılıyor… Etkilenmiyoruz bundan. Arkadaşlarımızla iletişim kuruyoruz. İyilermiş. Onlar da bir apartmana mı ne sığınmış…

            İçlerinden biri geliyor yanımıza. Patlayan cam boynunu kesmiş, kafasındaki camları temizliyor, kesiği derin değil. Birimiz daha geliyor “diğerleri şurada, hemen çıkmamız lazım, polis mekanları basıp içeridekileri topluyormuş”. Fevkalade gaz yemiş bireyler olarak artık gücümüz yok. Uykusuzluğumu da katınca benim yürümeye dahi mecalim yok.

            Beş dakika sonra çıkıyoruz. Cihangir’den Tophane’ye ineceğiz. Aralardan… Yürüyüşe başlıyoruz. Helikopter tüm gün olduğu gibi tepemizde. Aralar sakin. Cihangir’den geçiyoruz. İnsanlar pencerelerde… Tencere-tavaya vuruyor. Tophane halkı bize karşı sert fakat sürtüşme var yalnızca. Tophane’ye iniyoruz. Arkadaşlarımız orada. Herkes iyi. Biri kaçarken barda kalan hırkamı almış! Herkes iyi, yaşıyoruz.

            Tüpün tüfekten çıkıp camdan içeri girdiği saniyeleri, hayatımın son saniyeleri sanmıştım. Değilmiş. Korkunçtu, garipti, dehşetengizdi.

**

            Taksilerle Beşiktaş’a gidiyoruz. Arkadaşımızın evi istikamet… Giderken, apartmanlarda, insanlar camlardan çıkmış, tencerelere-tavalara vuruyor, ışıkları yakıp-söndürüyor. Ne yaptığımızı tekrar çakozluyorum. Dönüyoruz, mahalleli bizi kutlarcasına alkışlıyor, camlar dolu, tencere-tava sesleri, sloganlar, tezahüratlar… Bir saat kadar oturuyoruz sokakta. Galibiyet gibi. Başka bir grup daha geliyor direnişten dönen. Onlar da oturuyor. Deplasman dönüşü hava-alanında karşılanmış gibiyiz… Golü hepimiz attık.

**

            Ertesi sabah eve dönmem gerek. Sonra tekrar gideceğim Taksim’e “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam.”.  Erken uyanıyorum. Odamız çok havasız. İki-üç saatlik saçma ve ayakta bir yolculuğun ardından eve geliyorum. Uyandığımda orada olmayan bir dudak oluşuyor diz kapağımın arkasında. Bacağım hem kapanmıyor hem de tam açılmıyor. Harika!

            Günün devamını internetten takip ediyorum. Orada olmaktan daha kötü. Bir şey yapamıyorsunuz ve orada gibisiniz. Tuvalete bile koşarak gidip-geliyorum. Kalabalık çok büyük, meydana yürüyor. Gaz ritüelinden sonra polis geri basıyor. Taksim halkın! Orada değilim, ne kötü!

**
           
Yine araya gireyim, evde her gürültü “flashback” sebebi oldu. Futbol oynarken düşen adamlar, seyircilerin sesinden vs. çok rahatsız oldum sonraki günlerde. Aklıma gelmişken, futbolu “kitle imha silahı”, “cahil oyunu”, “22 kişinin topun peşinden koşması” olarak tanımlayanların da bu direnişten sonra yüzü kızarmıştır herhalde. Futbol asla yalnızca futbol olmadı. Bu, bu süreçte beni mutlu eden ufak bir husus oldu. 31 Mayıs’ta meydana yürürken, insanların birbirlerine karşı nezaketi, o keşmekeşte bile saygılı olmaları, o harika kitle; beni ilk kez ülkemde hissettirdi. İlk kez, yabancı biri gibi hissetmedim bu topraklarda. Belki de çok elitist gelecek ama en son bunu New York’ta hissetmiştim.

**



Ertesi akşam soluğu parkta alıyorum. Bacağım hala düzelmiş sayılmaz fakat evde durulmuyor. Park iyi durumda, biraz film seti havası var. İnsanlar, meşaleler, sloganlar, ters çevrilmiş polis aracı… Hadi devamı sonraya kalsın…

17 May 2013

Nokta


Biz uzamak isteyen cümlelere benziyoruz. Çok uzun, gittikçe daha anlamlı hale gelen, battıkça çıkma umudu taşıyan, bolca birinci kişiden, tılsımlı, sonsuz cümleler olmak istiyoruz. Fakat nokta var sonumuzda. Nokta ve sıfır, matematiğin ve hayatın temel taşı mıdır? Bilmem. Sıfırsız uzun süre idare edildi nihayetinde. Eski bir yazım aklıma geldi, onu alıntılıyayım madem:

“Bazen aklım almıyor. Bu dünyada nasıl barınıyorum, barınıyorsun, barınıyorlar? Neyin peşinden koşuyoruz? Niye koşuyoruz? Neden durmuyoruz? Durup çiçekleri izleyelim. Alerjim var ama izleyelim. Polenler beni hapşırtmıyor, sigaraya başladığımdan beri. Artık ne polenler var, ne çiçekler… Güneş pek güzel batmıyor uzun zamandır. Güneş geç doğuyor ve sürekli doğuyor. Her gün doğuyor. Lanet olsun ki sabah yine doğacak. O koca, sözde uzak ve soğuk gezegen. Soğuk havada açan güneşi benimsiyorum. Yadsıyamam. Uzun geceleri benimsiyorum. Ölümleri benimseyemiyorum. Ölümler çok karmaşık. Ölüm güneşten daha sıcak. Büyük ihtimalle yakın arkadaş değiller. Güneş sürpriz yapamıyor. Bazı şubat günleri dışında. Şubat da çabuk bitiyor. Çiçekler güneşe muhtaçlar. Çiçeklere bakalım. Güneşe bakamayız. Çirkin o. Kendi arkasına saklanıyor. Çiçekler; ölüm ve güneşi barıştırmaya çalışır. Mezarlıklarda. Ölüm güneşten büyüktür. Ölüm varsa güneş ısıtmaz çünkü. Dünya güneşten büyüktür. Perspektif. Eski şarkılar neden var? Yürürken aklımıza gelsin diye mi? Mezarlıkların yanından geçerken mırıldanmak için mi? Biz hiç yürümüyoruz. Hiç ama hiç durmuyoruz. Durmak koşmaktan zordur. Durmak ölüme yakındır. Güneş durmaz. Gezegenler neden kendi etraflarında döner? Sürekli arkalarını mı kontrol etmek mi isterler? O zaman uydular neden var? Mesela, dünyanın arkasında ne olduğunu ay söylesin. Belki de gezegenler sarhoş olmak istiyordur. Çünkü kafası güzelken arkasında ne olduğunu bilir insan. İnsanın kafası çirkindir. Ama bir süreliğine güzel olabilir işte. Gerçek ve ölüm bilek güreşi yaparlar bir gün. Hikayenin devamını biliyorsunuz zaten. Ben de bilmiyorum. Bilek güreşi yapmak için el ele tutuşmak gerekir. Sıkı sıkıya. Aşk güzel şeydir. Bakınca yüreğiniz kamaşır. Siper edersiniz elinizi göğsünüze. Dünyanın en savaş maksatsız siperidir bu. Çocukların hayalleri, aşk, çiçekler ve kemanlar güzeldir. Bazı kemanlar çok acıtır. Bütün çocuklar hayallerini acıtırlar. Kanı tamamen akıtmalı. Yoksa tetanos olur insan. Sıfırın karesi yuvarlaktır. Ya da çember. Oval. Sıfır çift sayıdır. Bir yalnız. Sıfır hiç sayıdır. Sıfır Pollyannacıdır. Bir sıfırdan büyüktür. Çünkü sıfır çift olacağını hayal eder. Bir tektir. Sıfırı Mısırlılar bulmuştur. Sıfırı kim bulabilir ki? Sıfır yeryüzünün en büyük icadıdır. Sıfırı öldüremezsiniz.”

Aslında aklımda çıplaklık var, sıfırlaşmak var,  pek sözcük yok. Wristcutters filmindeki gibi, intihar edenlerin gittiği bir dünya var mıdır gerçekten? Nedendir? Neden? Neden mutluluk aramak ister insan nefes almaktan çok üzülebilmesine rağmen?

Ötesinde Kuşların

Öldüğüm günler oldu ötesinde kuşların
Hüzünden taşan tokatla dağıttım masamı
O/da boştu
Yankısız
Fakat ben çıplaktım
Çocuktum
Koşardım

Güneşin boynuna hortum doladı karanlık
Ağlayamadık
Buradan ölüm geçmiyor
Belki ondandır

Fren izi var
Tozu var
Dokusu var
En son nereye koymuştuk

Sırtını anlatıyor yersizler
Masalsı
Tutarsız
Gözlerimi yıldızlara yumacağım
Susmasın bu kaçış

10 May 2013

Nilgün


"Bir karga bir kediyi öldüresiye bir oyuna davet ediyordu. Hep böyle mi bu?

Bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp gelip kendime yerleşemiyorum, kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer... Kafatasımın içini, bir küçük huzur adına aynalarla kaplattım, ölü ben'im kendini izlesin her yandan, o tuhaf sır içinden! Paniğini kukla yapmış hasta bir çocuğum ben. Oyuncağı panik olan sayrı yalnızlık kendi kendine nasıl da eğlenir.

niye izin vermiyorsun yoluna kuş konmasına
niye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına
'niye kimseler izin vermez yollarına
kuş konmasına?
'öyle güzelsin ki
kuş koysunlar yoluna'
bir çocuk demiş." 

Der, Nilgün Marmara, "Kuşlara iyi bakın" der ve gider.

19 Nis 2013

Gece Bitmez (Aslında)

                Benim için günün gerçek yüzü bu kadınla başladı hep.  Sunduğu haberler değil, gecenin gelişi yıkıcı oldu. Sabah haberleriyle güne başlar gibi tüpsüz dalardım geceye.  Buna rağmen kendisiyle aramda hiçbir sorun olmadı. Gayet severdim, hele röportajlarında soracağı şeyi uzun uzadıya suya yatırması... Geceye sorarsanız şimdi ikimiz de yokuz piyasada. Öyleyse bu sefer geceyi onunla bitirelim. Pek sevdiğim bir şarkıyı söylüyor, bu pek sevdiğim kadın.

Serseri Mayın-Kör Kurşun-Havan Topu


Toplu alkol alımlarının yüzde on sekizinde, alkol alanlar kişilerden biri (genellikle rasyonel veya tecrübeli olanı) araya çok pis bir cümle atar. Bu cümle, ortalama beş kişiden birini deşer. Yani yanlış hesaplamadıysam, toplu alkol alımlarının yüzde üç buçuk-dördünde hayatımızın (ne samimiyetsiz oldu cümle) şemailini (şemal aslında böyle yazılıyormuş) değiştiren bir cümle duyarız.

Ben bu cümlelerden iki kez duydum daha önce. Biri, “Benim hayalimi şimdi başkası yaşayacak” idi, diğeri “Ayrıldığımda çok üzüldüm. Babam öldüğünde bile bu kadar üzülmemiştim”.  Lakin birinde alkol almıyorduk, diğerinde biramız biteli çok olmuştu. Neyse, “Her tez, tez çürümelidir” zaten (cümleyi kendim uydurdum ve ardından kahkaha patlattım).

Sanat, sinema ve edebiyat bu cümlelerden epey kurar lakin diyeceğim bu da değildi. Bugün bu cümlelerin yanında hiç kalacak bir tane de ben buldum, düşündükçe açıldı, düşündükçe doğru geldi. Hayal kırıklığına uğrayacaksınız okuduğunuzda fakat aslında sırf not alayım, bir ara üzerine giderim diye buraya bırakıyorum: “Oğlum hayat futbola ne kadar benziyor lan.”

14 Nis 2013

Bir Cinayet, Bir Şarkı


            Hiçbir şeyin hayalini kurmuyorum. Yarınla ölüm birbirine yapışmış, ıslanmış. Yukarı da aşağı da tükürsem bok içindeyim. Pazartesi akşamları biraz daha çekilir, yine de… Hayatla, zamanla, günlerle aramdaki tek bağlantı pazartesi akşamı. İzlediğim tek dizi o gün çünkü. O günün pazartesi olduğunu biliyorum, sonraki günün salı, öncekinin pazar… Sonrası karışıyor; mütemadi. Csi: New York izliyorum. Bu adamlar cinayet çözüyor. Suça ve cinayete her daim ilgi duydum. Misal, Discovery’de bir zamanlar “Tıbbi Dedektifler” diye bir program vardı. Perşembe akşamları. Gerçek Kesit’i bol bol tüketmiş bünyeye pek hoş geliyordu. Lakin babam izlememe izin vermiyordu. Babam ortalama 3 günde 1 yurt dışındaydı. Yani ortalama 3 haftada 1 izliyordum. Tıbbi dedektifler gerçek olayları, canlandırmalarla anlatıyordu. Hummalı bir katil bulma çalışması mevcuttu. Bir bölümde kamyonetin birine cinayet mahallindeki fasulyemsi ağaçtan bir parça düşmüştü. Bir bölümde görgü tanığı (şuna görgü şahidi deyince sinirlenirim oynuyor) hipnozla, öylesine önünden geçen bir arabanın plakasını hatırlamıştı. Bir bölümde katil verandaya uzanan merdivenin altındaki pencereden girmişti içeri… Bölümde de en iyi dersim kriminoloji. Veya anayasadan aldığım idam konusuna dersten bağımsız olarak epey kafa yordum.

            Bu adamlar cinayet çözüyor, hem de New York’ta. Ben ölüyorum. İçimdeki New York ve dışımdaki İstanbul’da. İçimdeki New York, dışımdaki İstanbul, ben ve kendim birbirimize uzağız. Fazlasıyla. Evrenin köşelerini oluşturuyoruz. Evren sonsuz değilmiş. Bu tür bilgilerin hepsi içimi daraltır. Kapalı yerde kalma korkum vardı eskiden. Belki ondandır. Koltuğa oturduktan sonra televizyonu en çok ben çeviriyorum kendime doğru. Neden ısrarla başka açıya bakan televizyona bakar ki insan; yalnız başınaysa? Joey ne diyordu Friends’de “Evinde televizyon mu yok? Peki koltukların nereye bakıyor?” İçimin her tarafında sıkıntı var. Csi başlıyor. “Ders çalışsana. Ders çalıştın mı? Ders.” Ebeveynlerim yeni öğrenmiş gibi “ders” sözcüğünü sürekli cümle içinde kullanıyor. Kendimce dersten mühim dertlere sahibim. Çoğu kişi bundan dolayı pişman olacağımı düşünüyor, bir gün. Ders çalışmadığım anlar gelecekte başıma dert olacakmış. Pişman da olmadım, dert de olmadı. Dertler derslerden büyüktü, evet büyükmüş zaten. Bir doğruya yanlış gözüyle bakınca bütün seçenekler yanlış geliyor. “Soruyu iki kez okumayın, kafanız karışmasın.” Csi başlıyor. Arada annem meyve getiriyor. Midemdeki sıkıntı, canım sıkıntı sınırı, Mayıs Sıkıntısı. Çeşitlerimiz bol. Hep ağlıyorum. Atmacalar kanatlarını kaç kez çırpar bir saniyede? Ben daha hızlı ağlıyorum. Csi ekibi arkadaşlarım. Bitince televizyon izleme hakkım sona erecek. Bitmesin. Yavaşlayın, yavaşla, yavaşlasın. Yıllardır, insansız bir adada gözlerim bağlıymış ve birden suratımda bir tokat patlamış gibi... Bir şarkı patlıyor. Gözlerim doluyor. Yer çekimi olmasa gözyaşlarımda boğulacağım. Annem süt getiriyor. Belli etmiyorum. Dizi bitiyor. Süt hiçbir zaman uykumu getirmiyor. Odama çıkıyorum. Derhal buluyorum şarkıyı. Kulağımda şarkı, kendimi balkona atıyorum. Demirlere yaslanıp sigara yakıyorum. Ateş aydınlatıyor geceyi, beni pencerede görüyorum. Çözümsüz bir cinayet işlemişim. İlk sigaralarımın hemen-hepsini hatırlıyorum. 


31 Mar 2013

Los Lunes Al Sol


                Latin ekolüne değinmişken boş geçmeyelim… Granada’da gece 11… Çingenelerin topuklarından beyin omlet olmuş. Gittim yatmaya, iki döndüm yok. İndim pijamalarla otelin önüne. Tesadüf, otel şehrin ortasında. Çıkınca sağda termometre var hava 34 derece. Oturdum basamağa, yaktım bir sigara. Dilenci geldi. Para işareti yapıyor. “No Money”  dedim, uzattım bir sigara. Aldı yaktı. Dikiliyor yanımda. Bitirene kadar öyle dikildi. Ben de bitirdim sigarayı, niyeyse oturdum yarım dakika kadar. Termometrenin olduğu ekrana kafamı çevirdim; ekrandaki saat o anda değişti. Lunes yazdı. “Lunes neydi lan?!” Pazartesi… Dedim adamlar yapmış be…

Cidade de Deus


                Cidade de Deus (Tanrıkent; Türkçesi Hadımköy tarafına inşa edilen bir siteden hallice; neden sitelerin sonuna  -şehir, -bahçe, -kent, -evler eklenir ki? Yapay...)  uzun zamandır izlemek istediğim, ilginç bir şekilde IMDB Top 250’nin tepelerine dadanmış (7.liğini görmüşlüğüm var) ancak Dvd’si bulunamayan bir yapımdı. Sanırım bir baskı-dağıtım olmuş tekrar. Artık bulunuyor. Oscar’ı filan var (bundan böyle akademiyi pek umursamıyoruz)… 2002 yapımı, Brezilya filmi. Bu arada Arjantin-Brezilya çekişmesi sinema konusunda da var. Dışarıdan bakınca ne güzel bir çekişme: Sambaya tango, Pele’ye Maradona, Cidade de Deus’a El Secreto de Sus Ojos… Brezilyalı daha çok futbolcu var, fakat gelmiş-geçmiş en özel futbolcu Arjantinli. “Tanrı yeryüzüne inse benden daha iyi oynayamazdı” diyor. Arjantin’in sinema ekolü daha iyi (tepki yağdıracak cümle) ama en özel film Brezilya’nın… Mı?...

                Bunu yazının sonunda söyleyeceğim. Niye öyle bir şey yapayım? Derhal söyleyeyim. Tanrıkent uluslararası, Oscar’a oynayabilecek, özgün hikayeli bir film. Ancak Arjantinlilerin sinema dili ağır basıyor. Tanrıkent, Gözlerindeki Sır’dan daha eğlenceli ve aksiyonlu. Lakin ömrünüz boyunca kanınıza işleyen Gözlerindeki Sır oluyor. Ülkelerin genellemelerini iki film üzerinden yapmadım. Arjantin zaten son yıllarda iyi çıkış yapan bir ekol.

                Tanrıkent’e dönelim. Hikaye gerçek,  buna inanmamız için güzel kanıtlar sunulmuş. Bu iyi. Konu uyuşturucu-uyuşturucu çeteleri ve favelalar. Filmin konuya baktığı yer muntazam. Kurgusu da harika, tam yorulacağımız yerde gazlayıp bitiyor. Fakat… Demiyeceğim. Bok atılacak bir tarafı yok. Çok güzel sunulmuş bir kötü adam, Brezilya’nın yakın tarihi, Brezilya, gerçek olaylar. İzlenmeli. Hatta fena bir dizi de olur. Ama Brezilyalılar çekmesin. Amerikalılar çeksin. Uyuşturucu konusu derinleşse sanki bir kat güzelleşirmiş. Film hakkında hiçbir duyumunuz olmasa ve izlemeye başlasanız daha çok seversiniz. Çünkü film kendi içinde beklentiyi düşük tutup ters köşe yaptırıyor. Yönetmenin filmin psikolojisi konusunda farklı numaraları da olabilirmiş. Biraz temiz bakmış (renkler iyi de açılar-kadrajlar değişseymiş iyiymiş belki…)

Filmin Notu: 8.9 / 10

28 Mar 2013

Rio 2016

2014 Dünya Kupası'nın ardından, 2016 Olimpiyatları da Brezilya'da yapılacak. İki büyük organizasyonun Brezilya'da düzenlenecek olması Brezilyalıların bir başarısı mıdır, özellikle bu organizasyonların düzenleneceği ülkelere karar verilirken Brezilya'nın yokuş aşağı giden ekonomisi mi buna nedendir, yoksa ikisi de etken midir bilinmez... 2020 Olimpiyatlarının Türkiye'de yapılacağı hayal edilirken, 2016'da yapılacak Olimpiyatların logo tasarımı sürecine dair pek güzel bir videoya rastladım.

Videoyu izlerken hiç düşünmediğim bir soru (Dünyanın en büyük organizasyonu nedir?) ve yanıtı çıktı karşıma (Olimpiyatlar (Bir de Dünya Savaşları var tabi...)). Yalnız ne güzel logoymuş. Hele bizimkine baktıktan sonra (uzaktan ne olduğu anlaşılamayan bir logo yaratmak).


23 Mar 2013

"demişken diyelim ve öyledir;"


                Aklıma gelir gelmez sevdiceğimle paylaşmıştım, dizenin kendi içindeki hatırına da değinmek istiyorum Seyyidhan Kömürcü’ye.

                Şimdi çok saçma bir yerden girişimi yapabilirim: Genellikle hamur işi yemekler yiyorum ve ayda-yılda bir hamur işi olmayan şeyler yeme imkânı bulduğumda “kendimce” bir ziyafet çekiyorum. Tabi bir yandan da alınacak kilolar, çok yemenin vicdanı geliyor sağrımdan. O zaman da kendimi çok sevdiğim şu dizelerin; demişken diyelim ve öyledir; devşirmesi ile avutuyorum; “yemişken yiyelim ve öyledir;”…

                Seyyidhan Kömürcü sevdiğim bir şair. Kanımca Selahattin Yolgiden ile birlikte kuşağının, demişken diyelim ve öyledir; yeni kuşağın en iyi şairleri. Selahattin Yolgiden’le ilgili de bir şeyler karalamak isterim bir gün ama o gün bugün değil zira onun bir kitabı muhtemelen arabamdaki kolide duruyor. Daha evvel Andy Warhol’la ilgili de yazacağıma değinmiştim fakat kitabını okuduktan sonra dünyaya bakışından dolayı kendisinden o denli soğudum ki yeltenmedim bile.

                Kömürcü’nün müthiş bir tavrı var. Son kitabı “Dünya Lekesi” ile ilgili görüşlerimi zaten sözlük kanalıyla belirtmiştim. “Çok şöyle” “Çok böyle” diye anlatmak istemiyorum. Kömürcü bir şair ve anlatıyor işte… Onun yerine bir şiirini paylaşayım burada. Hemen şu beylik cümleyi de ekleyeyim; bazı dizeleri çok sert vuruyor:

SİNEM
                            Refik için; annesinin hatr'ına

yüzünün üzülmeye çalışmış yerlerinden bahsediliyor
güya gövdenin ve sesinin başına su gelmiş, inanmazdım
herkesle hançersin de kendinle adın çıkmış sanki,
kalbini özenle kırmışsın bütün eşyanın, ummazdım

incirin öte hatrı suyun kuşkusuz fikriyle üzgünüm
dilemiştim ki en çok kar yağmasın bu kış
bu kış kalp suyumla ıslanmasın yastık!
dilemiştim ki yoktur aşk
bu mutlak hasar bu mükemmel hata
bu belki mümkün bir kusurdur sinemdeki
ama ödü varsa umru da var insanın ayarı gibi
anladım sanki: devlet neden şarap kullanmaz
neden en uzun suya en sessiz uzanır yüzün
neden en çok üzülmüş üzümün adı şaraba çıkar

sonra madem insan kal adında bir beladır
insan dalgın bir belgedir kendisiyle hayat arasında
neden eve dönmekten ibarettir hayat
neden bazen simsiyah bir doğruyla denilir:
devletin ve Allah'ın en iyi fikridir kış
bütün evlerin en mükemmel hatasıdır baba

başka incirin yarasını başka incir de bilmez gibi
talandır bu herkesle herkes olmak
kopan umur ufalan ödün adıyla
iki lekenin birbirine dağılmasına sadece aşk mı denir
diğer zeytinin diğer zeytine fethi gibi
dilerim herkesin vaktiyle adı sinem olan uzun bir yasa değer eli
sinem!

o kadar
o denli

21 Mar 2013

Günün Son Şarkısı


Fransa-'da


                Fransa’yla aramda hep bir mesafe oldu. Her konuda anlaşamadığım, ayda bir görüştüğüm arkadaşım misali. Yazılara neden hep aynı şekilde başlıyorum ki? Farklı bir şey yapamayacak kadar yorgunum şu an. Farkın farkını ayırt edecek durumda değilim. İnsan hayatla Mike Tyson gibi dövüşemiyor. Muhammad Ali olmalısınız: Bekle, bekle, gerekirse darbe al, bekle, dolaş, dolaş, uzaklaş, yüzünü koru, geri kaç, uzaklaşması için bir direkt çıkar, bekle, bekle, darbe al, darbe al, dolaş dolaş dolaş, bekle, bekle, çok bekle, yüzünü koru, vur, vur, vur, bitir.

                Bulutlar, atmosferin dışını görebilmemiz için küçük bir boşluk bırakmışlar. Gökyüzüne çok fazla bakınca içim daralıyor şimdi. Sanki bütün oksijen o çatlaktan geliyor. Yüzüme saldıran yağmur, gözlerime kaçan rüzgar ve sabah-akşamüstü haricindeki güneşi sevemedim hiç. Hava ölü taklidi yapsın… Her seferinde bokunu çıkaracak kadar uzatsın işi. Tokat atalım; “Lan lan! Komik değilsin!” Fakat göz kapakların hareket etmiyor. Uyuyor gibisin. Çok güzelsin. “İyi, suni teneffüse başlıyorum o zaman” Havayı boğulmaktan kurtarmalı. İlk yardım derslerindeki örneklere bakamadım ki hiç. Taşikardimi azdırdı çünkü. “Keşke baksaymışım” diyeceğimi biliyordum ve şimdi “keşke baksaydım” diyorum. Öngörüm olduğunda bile bir boka yaramıyor. İki kere aynı sıra-dışı sözcüğü kullandım. O pop şarkıları da öyle. Her tarafı günlük sözcüklerle dolu, lakin nakarat civarında bir aykırı. “14 Bahar” mesela. Hep bu örneği veririm. Kız BBG’de yarışıyordu. Çok dağılacak, satır başına geçir daktilonu, o “aklını başına topla” hareketini yap ya da şey, “5 kardeş geliyor.” “Biz daha birine bakamıyoruz doktor bey.” “Onu yaparken düşünecektiniz” “Biz yapmadık ki!”--- BÖLÜM SONU, yazılar akıyor, “Komodor Catering”--- akıyor akıyor, “Bak bak Hanım bizim şirket bu işte!”

 “Öpüşmek gibi olmalı” diye düşünüyorum. Filmlerde filan görmüştüm çünkü. Farkı ne acaba? Bunun farkını ayırt edemeyecek kadar yorgun değilim. Havaya suni teneffüs yapınca boğulur musun? Havaya bağlı. Sen boğulsan hava sana suni teneffüs yapmaz ama. Küstah!

Ne diyordum. Düzgün dur. Tamam. Bitti. Fransa. Yani yaşamam Fransa’da, istemem. Lakin arada bir görsem fena olmaz. Duvarımda bir resim vardı. Sonra yerine yaptığım resmi koydum. Dı’yı Fransa’da sokaktan, bizzat ressamından almıştık ve çok güzeldi. Bazen karşısında saatlerce duruyordum. Birçok resmin ve fotoğrafın karşısında saatlerce durabiliyorum. The Sims’teki o salak benim yani. Halıya yatıp 1.5 saat resme bakmıştım buraya taşındığımda.

Strazburg çok güzeldi. Geçen hayal ettim. Katedralin önünden aşağı doğru inip sağa sapınca, sağda kalan bir restoran var. Harika. Orada tuvalete girmedim. Oranın tuvaletini çok merak ettim. Bu yüzden hayal kurmuştum, şimdi hatırladım. O sokağın devamı nehre iniyor. Nehir güzel. Bazen kendisine benziyor, bazen Belçika’ya, bazen Amsterdam’a…

Fransa’yı Fransa yapan ara sokakları. Ara sokakların hepsi güzel. New York’ta ara sokak yok mesela. Sokak var. Ara sokak nedir? Yoğun olmayan, küçük, dar sokaklar bence. Uzun olabilir ama. Sevgilimle yıl-dönümümüzde görüşemedik. Sonra görüştük. Görüşemediğimizde bir sokak hayal ettim. Çizmem lazım.
Bir de anlatayım, bir bombeli sokak var, sokağın tam bombesinden itibaren bele kadar bir duvar, aşağıda sahil şeridi, şehir. Tam bu bombeden önce, beyaz bir ev var. Çatısı, panjurları kıpkırmızı. Bitiyoruz o eve. Sırf o ev yüzünden, evin yanındaki ufacık, sokak bile diyemeyeceğimiz, yan yana dört insan genişliğindeki yere giriyoruz. Ev bittiği an bizi aşağı inen merdivenler karşılıyor. Merdivenler epey uzun. Ardından bir sokak var, ufukta deniz var. Tabi apartmanlar… E burayı bulmuşken, Türkiye’ye götüreceğimiz şarabı açıyoruz. Oturuyoruz. Güneş açıyor, güneş batıyor, içiyoruz…

20 Mar 2013

Yorgunluk ve Kalanlar

                Bugün çok yorgunum. Her taraftan. Her şeyden. Vücudum şu an beni kaldırmıyor. Kondisyonum bitti. Sabahın köründe uyandım ve şehir dışına yolculuk yapmıyorsam sabahın köründe uyanmayı sevmiyorum.

                Kâğıdı doldurdum. Sınavdan çıktım. Emirgan’a gittim. Giderken İstanbul’u çok beğendim. Yol bomboştu. Sahil şeridi. 30 kilometre filandı hızım. Denizi izledim. Her taraftan. İstanbul’u beğendim, yok yere mutlu oldum. Bir bokluk vardı.

                Emirgan’a gittim. Kahvaltı için hiçbir şey seçemedim. 6-7 saat oturdum. 7 sayfa yazdım. İlk dört sayfa elim bana yetişemedi. Sonra beğenilmedi yazdıklarım. Ne güzel. Saçmalamıyorum, tanışmıyoruz. Ondandır.

                Yazdığım karakter çok zayıf. Öyle mi? Evet. Sağlık sorunu yok, sapık değil, her gece başka biriyle seks yapmıyor, hafızasını kaybetmedi… Ondandır.

                Kovulmama bir-iki hafta var. Fight Club gibi hayatım. Beklemediğim yerden yiyorum. Ama beklediğim yerden de yiyorum.

                Beğenilmezden önce kitapçıya girdim. Tezer Özlü’nün peşini bıraktığım kitabını gördüm: Kalanlar. Kitaplarında olmayan yazıtlarının derlemesi.

                Bu ülkenin en iyi yazarı sanırım. Sait Faik var… Sabahattin Ali var… Oğuz Atay var… Nesnel davranmaya çalışıyorum. Öznel mi? En iyisi. Yaşamın Ucuna Yolculuk’u okurken çektiğim acıyı salt gerçek hayatta çektim. Şiirleri demiyorum.

                Bazen kendime hatır sorarım. Bugün yanıtım “Şiir yazdım” idi. Biraz abartıyorum sanırım. O kadar kötü olmak zor. Bunu sorgulayabildiğime göre o denli kötü değilim.

                Çok yorgunum.

                Kalanlar’dan alıntı yapmak istiyorum birkaç tane, bitiriyorum. Niye alıntılıyorum onu da bilmiyorum. Canım sıkıntı sınırı. Neyse:

“Ceset kokmuş ettir. Güzel, peki peynir ne? Sütün cesedi.”

“Günler koptu.”

“-ne kadar can sıkıcı-. mevsimler değişiyor. bunlar vivaldi’nin dört mevsimleri gibi değil. Dinlendirici olamıyorlar hiç.”

“Artık giderek dünya insanları bana birer fabrika ürünü gibi görünüyor. Tabii bu çok sert bir yargı. İnsanları tanımadan önce kullanılabilecek bir yargı.”

“Bugünden sonra acıyı mutluluk olarak tanımlayacağım.”

“Şimdi okunmuş kitapları yeniden okuyorum. Şimdi bildik müzikleri yeniden dinliyorum. Yenmiş yemekleri yeniden yiyorum. Sevip yitirdiklerimi yeniden seviyorum. Şimdi uykusuzluğumu yeniden uyuyorum. Şimdi açlığımda yeniden acıkıyorum. Şimdi gittiğim kentlere yeniden gidiyorum. Şimdi havada uçuyor, raylarda, su yüzeylerinde, yaşama ve ölüme karşı duyduğum aynı umursamazlıkla dolaşıyorum. Tartışmaları biliyorum. Duyguları. Korkuları. Sözcükleri. Her dili anlıyorum. Anlıyorum ama kavrayamıyorum.” ------- Burayı okuduktan sonra çok heyecanlandım.

“Babam ölemiyor, çünkü yaşamaya başlamadı.”

“Varım, öyleyse düşünüyorum.”

                Tam kitap ve Tezer Özlü’ye dair okuyabileceğim (ilk kez) her şey bitecekken, neredeyse son saniyede, kendi cümlemi gördüm:

“Gece, gündüzün devamı değildir.”

                Bana göz kırptı. Tezer. Yaşamımın Ucu.

                Aslında Yaşamın Ucuna Yolculuk ilk Almanca basılmış ve Almanca yazılmıştır. Kitabın Almanya’da kullanılan ismini doğrudan tercüme ettiğinizde şununla karşılaşırsınız: Bir İntiharın İzinde.

                Bitirirken Nilgün Marmara’nın tarifini paylaşayım, Tezer Özlü demişken diğer teyzemi/ablamı/hasta bakıcımı unutmayayım. Arada, durduk yere aklıma gelir, aynı üzülürüm:

niye izin vermiyorsun yoluna kuş konmasına
niye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına
'niye kimseler izin vermez yollarına
kuş konmasına?
'öyle güzelsin ki
kuş koysunlar yoluna'