31 Mar 2013

Los Lunes Al Sol


                Latin ekolüne değinmişken boş geçmeyelim… Granada’da gece 11… Çingenelerin topuklarından beyin omlet olmuş. Gittim yatmaya, iki döndüm yok. İndim pijamalarla otelin önüne. Tesadüf, otel şehrin ortasında. Çıkınca sağda termometre var hava 34 derece. Oturdum basamağa, yaktım bir sigara. Dilenci geldi. Para işareti yapıyor. “No Money”  dedim, uzattım bir sigara. Aldı yaktı. Dikiliyor yanımda. Bitirene kadar öyle dikildi. Ben de bitirdim sigarayı, niyeyse oturdum yarım dakika kadar. Termometrenin olduğu ekrana kafamı çevirdim; ekrandaki saat o anda değişti. Lunes yazdı. “Lunes neydi lan?!” Pazartesi… Dedim adamlar yapmış be…

Cidade de Deus


                Cidade de Deus (Tanrıkent; Türkçesi Hadımköy tarafına inşa edilen bir siteden hallice; neden sitelerin sonuna  -şehir, -bahçe, -kent, -evler eklenir ki? Yapay...)  uzun zamandır izlemek istediğim, ilginç bir şekilde IMDB Top 250’nin tepelerine dadanmış (7.liğini görmüşlüğüm var) ancak Dvd’si bulunamayan bir yapımdı. Sanırım bir baskı-dağıtım olmuş tekrar. Artık bulunuyor. Oscar’ı filan var (bundan böyle akademiyi pek umursamıyoruz)… 2002 yapımı, Brezilya filmi. Bu arada Arjantin-Brezilya çekişmesi sinema konusunda da var. Dışarıdan bakınca ne güzel bir çekişme: Sambaya tango, Pele’ye Maradona, Cidade de Deus’a El Secreto de Sus Ojos… Brezilyalı daha çok futbolcu var, fakat gelmiş-geçmiş en özel futbolcu Arjantinli. “Tanrı yeryüzüne inse benden daha iyi oynayamazdı” diyor. Arjantin’in sinema ekolü daha iyi (tepki yağdıracak cümle) ama en özel film Brezilya’nın… Mı?...

                Bunu yazının sonunda söyleyeceğim. Niye öyle bir şey yapayım? Derhal söyleyeyim. Tanrıkent uluslararası, Oscar’a oynayabilecek, özgün hikayeli bir film. Ancak Arjantinlilerin sinema dili ağır basıyor. Tanrıkent, Gözlerindeki Sır’dan daha eğlenceli ve aksiyonlu. Lakin ömrünüz boyunca kanınıza işleyen Gözlerindeki Sır oluyor. Ülkelerin genellemelerini iki film üzerinden yapmadım. Arjantin zaten son yıllarda iyi çıkış yapan bir ekol.

                Tanrıkent’e dönelim. Hikaye gerçek,  buna inanmamız için güzel kanıtlar sunulmuş. Bu iyi. Konu uyuşturucu-uyuşturucu çeteleri ve favelalar. Filmin konuya baktığı yer muntazam. Kurgusu da harika, tam yorulacağımız yerde gazlayıp bitiyor. Fakat… Demiyeceğim. Bok atılacak bir tarafı yok. Çok güzel sunulmuş bir kötü adam, Brezilya’nın yakın tarihi, Brezilya, gerçek olaylar. İzlenmeli. Hatta fena bir dizi de olur. Ama Brezilyalılar çekmesin. Amerikalılar çeksin. Uyuşturucu konusu derinleşse sanki bir kat güzelleşirmiş. Film hakkında hiçbir duyumunuz olmasa ve izlemeye başlasanız daha çok seversiniz. Çünkü film kendi içinde beklentiyi düşük tutup ters köşe yaptırıyor. Yönetmenin filmin psikolojisi konusunda farklı numaraları da olabilirmiş. Biraz temiz bakmış (renkler iyi de açılar-kadrajlar değişseymiş iyiymiş belki…)

Filmin Notu: 8.9 / 10

28 Mar 2013

Rio 2016

2014 Dünya Kupası'nın ardından, 2016 Olimpiyatları da Brezilya'da yapılacak. İki büyük organizasyonun Brezilya'da düzenlenecek olması Brezilyalıların bir başarısı mıdır, özellikle bu organizasyonların düzenleneceği ülkelere karar verilirken Brezilya'nın yokuş aşağı giden ekonomisi mi buna nedendir, yoksa ikisi de etken midir bilinmez... 2020 Olimpiyatlarının Türkiye'de yapılacağı hayal edilirken, 2016'da yapılacak Olimpiyatların logo tasarımı sürecine dair pek güzel bir videoya rastladım.

Videoyu izlerken hiç düşünmediğim bir soru (Dünyanın en büyük organizasyonu nedir?) ve yanıtı çıktı karşıma (Olimpiyatlar (Bir de Dünya Savaşları var tabi...)). Yalnız ne güzel logoymuş. Hele bizimkine baktıktan sonra (uzaktan ne olduğu anlaşılamayan bir logo yaratmak).


23 Mar 2013

"demişken diyelim ve öyledir;"


                Aklıma gelir gelmez sevdiceğimle paylaşmıştım, dizenin kendi içindeki hatırına da değinmek istiyorum Seyyidhan Kömürcü’ye.

                Şimdi çok saçma bir yerden girişimi yapabilirim: Genellikle hamur işi yemekler yiyorum ve ayda-yılda bir hamur işi olmayan şeyler yeme imkânı bulduğumda “kendimce” bir ziyafet çekiyorum. Tabi bir yandan da alınacak kilolar, çok yemenin vicdanı geliyor sağrımdan. O zaman da kendimi çok sevdiğim şu dizelerin; demişken diyelim ve öyledir; devşirmesi ile avutuyorum; “yemişken yiyelim ve öyledir;”…

                Seyyidhan Kömürcü sevdiğim bir şair. Kanımca Selahattin Yolgiden ile birlikte kuşağının, demişken diyelim ve öyledir; yeni kuşağın en iyi şairleri. Selahattin Yolgiden’le ilgili de bir şeyler karalamak isterim bir gün ama o gün bugün değil zira onun bir kitabı muhtemelen arabamdaki kolide duruyor. Daha evvel Andy Warhol’la ilgili de yazacağıma değinmiştim fakat kitabını okuduktan sonra dünyaya bakışından dolayı kendisinden o denli soğudum ki yeltenmedim bile.

                Kömürcü’nün müthiş bir tavrı var. Son kitabı “Dünya Lekesi” ile ilgili görüşlerimi zaten sözlük kanalıyla belirtmiştim. “Çok şöyle” “Çok böyle” diye anlatmak istemiyorum. Kömürcü bir şair ve anlatıyor işte… Onun yerine bir şiirini paylaşayım burada. Hemen şu beylik cümleyi de ekleyeyim; bazı dizeleri çok sert vuruyor:

SİNEM
                            Refik için; annesinin hatr'ına

yüzünün üzülmeye çalışmış yerlerinden bahsediliyor
güya gövdenin ve sesinin başına su gelmiş, inanmazdım
herkesle hançersin de kendinle adın çıkmış sanki,
kalbini özenle kırmışsın bütün eşyanın, ummazdım

incirin öte hatrı suyun kuşkusuz fikriyle üzgünüm
dilemiştim ki en çok kar yağmasın bu kış
bu kış kalp suyumla ıslanmasın yastık!
dilemiştim ki yoktur aşk
bu mutlak hasar bu mükemmel hata
bu belki mümkün bir kusurdur sinemdeki
ama ödü varsa umru da var insanın ayarı gibi
anladım sanki: devlet neden şarap kullanmaz
neden en uzun suya en sessiz uzanır yüzün
neden en çok üzülmüş üzümün adı şaraba çıkar

sonra madem insan kal adında bir beladır
insan dalgın bir belgedir kendisiyle hayat arasında
neden eve dönmekten ibarettir hayat
neden bazen simsiyah bir doğruyla denilir:
devletin ve Allah'ın en iyi fikridir kış
bütün evlerin en mükemmel hatasıdır baba

başka incirin yarasını başka incir de bilmez gibi
talandır bu herkesle herkes olmak
kopan umur ufalan ödün adıyla
iki lekenin birbirine dağılmasına sadece aşk mı denir
diğer zeytinin diğer zeytine fethi gibi
dilerim herkesin vaktiyle adı sinem olan uzun bir yasa değer eli
sinem!

o kadar
o denli

21 Mar 2013

Günün Son Şarkısı


Fransa-'da


                Fransa’yla aramda hep bir mesafe oldu. Her konuda anlaşamadığım, ayda bir görüştüğüm arkadaşım misali. Yazılara neden hep aynı şekilde başlıyorum ki? Farklı bir şey yapamayacak kadar yorgunum şu an. Farkın farkını ayırt edecek durumda değilim. İnsan hayatla Mike Tyson gibi dövüşemiyor. Muhammad Ali olmalısınız: Bekle, bekle, gerekirse darbe al, bekle, dolaş, dolaş, uzaklaş, yüzünü koru, geri kaç, uzaklaşması için bir direkt çıkar, bekle, bekle, darbe al, darbe al, dolaş dolaş dolaş, bekle, bekle, çok bekle, yüzünü koru, vur, vur, vur, bitir.

                Bulutlar, atmosferin dışını görebilmemiz için küçük bir boşluk bırakmışlar. Gökyüzüne çok fazla bakınca içim daralıyor şimdi. Sanki bütün oksijen o çatlaktan geliyor. Yüzüme saldıran yağmur, gözlerime kaçan rüzgar ve sabah-akşamüstü haricindeki güneşi sevemedim hiç. Hava ölü taklidi yapsın… Her seferinde bokunu çıkaracak kadar uzatsın işi. Tokat atalım; “Lan lan! Komik değilsin!” Fakat göz kapakların hareket etmiyor. Uyuyor gibisin. Çok güzelsin. “İyi, suni teneffüse başlıyorum o zaman” Havayı boğulmaktan kurtarmalı. İlk yardım derslerindeki örneklere bakamadım ki hiç. Taşikardimi azdırdı çünkü. “Keşke baksaymışım” diyeceğimi biliyordum ve şimdi “keşke baksaydım” diyorum. Öngörüm olduğunda bile bir boka yaramıyor. İki kere aynı sıra-dışı sözcüğü kullandım. O pop şarkıları da öyle. Her tarafı günlük sözcüklerle dolu, lakin nakarat civarında bir aykırı. “14 Bahar” mesela. Hep bu örneği veririm. Kız BBG’de yarışıyordu. Çok dağılacak, satır başına geçir daktilonu, o “aklını başına topla” hareketini yap ya da şey, “5 kardeş geliyor.” “Biz daha birine bakamıyoruz doktor bey.” “Onu yaparken düşünecektiniz” “Biz yapmadık ki!”--- BÖLÜM SONU, yazılar akıyor, “Komodor Catering”--- akıyor akıyor, “Bak bak Hanım bizim şirket bu işte!”

 “Öpüşmek gibi olmalı” diye düşünüyorum. Filmlerde filan görmüştüm çünkü. Farkı ne acaba? Bunun farkını ayırt edemeyecek kadar yorgun değilim. Havaya suni teneffüs yapınca boğulur musun? Havaya bağlı. Sen boğulsan hava sana suni teneffüs yapmaz ama. Küstah!

Ne diyordum. Düzgün dur. Tamam. Bitti. Fransa. Yani yaşamam Fransa’da, istemem. Lakin arada bir görsem fena olmaz. Duvarımda bir resim vardı. Sonra yerine yaptığım resmi koydum. Dı’yı Fransa’da sokaktan, bizzat ressamından almıştık ve çok güzeldi. Bazen karşısında saatlerce duruyordum. Birçok resmin ve fotoğrafın karşısında saatlerce durabiliyorum. The Sims’teki o salak benim yani. Halıya yatıp 1.5 saat resme bakmıştım buraya taşındığımda.

Strazburg çok güzeldi. Geçen hayal ettim. Katedralin önünden aşağı doğru inip sağa sapınca, sağda kalan bir restoran var. Harika. Orada tuvalete girmedim. Oranın tuvaletini çok merak ettim. Bu yüzden hayal kurmuştum, şimdi hatırladım. O sokağın devamı nehre iniyor. Nehir güzel. Bazen kendisine benziyor, bazen Belçika’ya, bazen Amsterdam’a…

Fransa’yı Fransa yapan ara sokakları. Ara sokakların hepsi güzel. New York’ta ara sokak yok mesela. Sokak var. Ara sokak nedir? Yoğun olmayan, küçük, dar sokaklar bence. Uzun olabilir ama. Sevgilimle yıl-dönümümüzde görüşemedik. Sonra görüştük. Görüşemediğimizde bir sokak hayal ettim. Çizmem lazım.
Bir de anlatayım, bir bombeli sokak var, sokağın tam bombesinden itibaren bele kadar bir duvar, aşağıda sahil şeridi, şehir. Tam bu bombeden önce, beyaz bir ev var. Çatısı, panjurları kıpkırmızı. Bitiyoruz o eve. Sırf o ev yüzünden, evin yanındaki ufacık, sokak bile diyemeyeceğimiz, yan yana dört insan genişliğindeki yere giriyoruz. Ev bittiği an bizi aşağı inen merdivenler karşılıyor. Merdivenler epey uzun. Ardından bir sokak var, ufukta deniz var. Tabi apartmanlar… E burayı bulmuşken, Türkiye’ye götüreceğimiz şarabı açıyoruz. Oturuyoruz. Güneş açıyor, güneş batıyor, içiyoruz…

20 Mar 2013

Yorgunluk ve Kalanlar

                Bugün çok yorgunum. Her taraftan. Her şeyden. Vücudum şu an beni kaldırmıyor. Kondisyonum bitti. Sabahın köründe uyandım ve şehir dışına yolculuk yapmıyorsam sabahın köründe uyanmayı sevmiyorum.

                Kâğıdı doldurdum. Sınavdan çıktım. Emirgan’a gittim. Giderken İstanbul’u çok beğendim. Yol bomboştu. Sahil şeridi. 30 kilometre filandı hızım. Denizi izledim. Her taraftan. İstanbul’u beğendim, yok yere mutlu oldum. Bir bokluk vardı.

                Emirgan’a gittim. Kahvaltı için hiçbir şey seçemedim. 6-7 saat oturdum. 7 sayfa yazdım. İlk dört sayfa elim bana yetişemedi. Sonra beğenilmedi yazdıklarım. Ne güzel. Saçmalamıyorum, tanışmıyoruz. Ondandır.

                Yazdığım karakter çok zayıf. Öyle mi? Evet. Sağlık sorunu yok, sapık değil, her gece başka biriyle seks yapmıyor, hafızasını kaybetmedi… Ondandır.

                Kovulmama bir-iki hafta var. Fight Club gibi hayatım. Beklemediğim yerden yiyorum. Ama beklediğim yerden de yiyorum.

                Beğenilmezden önce kitapçıya girdim. Tezer Özlü’nün peşini bıraktığım kitabını gördüm: Kalanlar. Kitaplarında olmayan yazıtlarının derlemesi.

                Bu ülkenin en iyi yazarı sanırım. Sait Faik var… Sabahattin Ali var… Oğuz Atay var… Nesnel davranmaya çalışıyorum. Öznel mi? En iyisi. Yaşamın Ucuna Yolculuk’u okurken çektiğim acıyı salt gerçek hayatta çektim. Şiirleri demiyorum.

                Bazen kendime hatır sorarım. Bugün yanıtım “Şiir yazdım” idi. Biraz abartıyorum sanırım. O kadar kötü olmak zor. Bunu sorgulayabildiğime göre o denli kötü değilim.

                Çok yorgunum.

                Kalanlar’dan alıntı yapmak istiyorum birkaç tane, bitiriyorum. Niye alıntılıyorum onu da bilmiyorum. Canım sıkıntı sınırı. Neyse:

“Ceset kokmuş ettir. Güzel, peki peynir ne? Sütün cesedi.”

“Günler koptu.”

“-ne kadar can sıkıcı-. mevsimler değişiyor. bunlar vivaldi’nin dört mevsimleri gibi değil. Dinlendirici olamıyorlar hiç.”

“Artık giderek dünya insanları bana birer fabrika ürünü gibi görünüyor. Tabii bu çok sert bir yargı. İnsanları tanımadan önce kullanılabilecek bir yargı.”

“Bugünden sonra acıyı mutluluk olarak tanımlayacağım.”

“Şimdi okunmuş kitapları yeniden okuyorum. Şimdi bildik müzikleri yeniden dinliyorum. Yenmiş yemekleri yeniden yiyorum. Sevip yitirdiklerimi yeniden seviyorum. Şimdi uykusuzluğumu yeniden uyuyorum. Şimdi açlığımda yeniden acıkıyorum. Şimdi gittiğim kentlere yeniden gidiyorum. Şimdi havada uçuyor, raylarda, su yüzeylerinde, yaşama ve ölüme karşı duyduğum aynı umursamazlıkla dolaşıyorum. Tartışmaları biliyorum. Duyguları. Korkuları. Sözcükleri. Her dili anlıyorum. Anlıyorum ama kavrayamıyorum.” ------- Burayı okuduktan sonra çok heyecanlandım.

“Babam ölemiyor, çünkü yaşamaya başlamadı.”

“Varım, öyleyse düşünüyorum.”

                Tam kitap ve Tezer Özlü’ye dair okuyabileceğim (ilk kez) her şey bitecekken, neredeyse son saniyede, kendi cümlemi gördüm:

“Gece, gündüzün devamı değildir.”

                Bana göz kırptı. Tezer. Yaşamımın Ucu.

                Aslında Yaşamın Ucuna Yolculuk ilk Almanca basılmış ve Almanca yazılmıştır. Kitabın Almanya’da kullanılan ismini doğrudan tercüme ettiğinizde şununla karşılaşırsınız: Bir İntiharın İzinde.

                Bitirirken Nilgün Marmara’nın tarifini paylaşayım, Tezer Özlü demişken diğer teyzemi/ablamı/hasta bakıcımı unutmayayım. Arada, durduk yere aklıma gelir, aynı üzülürüm:

niye izin vermiyorsun yoluna kuş konmasına
niye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına
'niye kimseler izin vermez yollarına
kuş konmasına?
'öyle güzelsin ki
kuş koysunlar yoluna'