Eskiden, yaz geceleri eve dönerken arabayla çok kurbağa
ezerdik. Araba farını gören kurbağa sersemleyip, ezilmeye çalışır gibi
davranırdı. Ezmemeye çalışmak da, kurbağa daha rahat kaçabilsin diye yavaşlamak
veya düz gitmek de işe yaramazdı. Kurbağalar genelde ezilirdi. Bu, dar bir
yolda iki kişinin bir türlü birbirine yol verememesine benzerdi. İkisi de sağa
gider, ikisi de sola gider, ikisi de durur. Ne yazık ki kurbağaya “hadi geç”
diyemiyorsunuz.
Benim siyah-beyaz film izleyememem de kurbağaların
sersemlemelerine benzer. Fakat tam tersi, görünce doğrudan kaçmak istiyorum,
kaçıyorum. Bu nedenle çoğu siyah-beyaz filmin dvd’siyle sadece bakışıyoruz.
Yıllarca, aylarca… O dvd’lerin kapaklarını diğerlerinden daha iyi tanıyorum. Persona’yla
iki yılı aşkın bir süre bakıştık. Kapağı hep ilginç geldi. Birçok yerde adını
gördüm. Özellikle sinema kitaplarında. Yönetmen Ingmar Bergman’ın adını hele… Sinemayla
ilgili ne kadar kitap varsa bahsi geçiyordu. Senaryo, film okumak, yönetmenlik,
ışık… İzlemediğim filmlerinin izlemediğim sahnelerini ezbere biliyorum.
Persona, varoluşumu fark ettiğimden beri sorgulamaya
çalıştığım ve zaman zaman içlerinde boğulup-kaybolduğum soruların ortasına
saplıyor kılıcını. Edebi tat, sanatsal tat, estetik gibi şeyler bir yana; elini
kumların dibine sokarak taşa dek değebilen eserlerden biri oldu hayatımda.
Aslında kendi içimde bu eserleri koruduğum özel bir oda veya raf var sanki.
Persona’yı bir film olarak ya da sinema sanatı içinde
değerlendiremem. Hem bu filmi analiz
edecek kadar bir sinema bilgim yok hem de filmi bir zerre kadar anladıysam; bu
yapıt sinema-üstüdür.
Bu özel odaya koyduğum diğer eserlerden de anladığım
kadarıyla, yine bu eserlerin anlattıkları şeylerin hepsini tamamen algılayamam.
Lakin algılayamasam da bırakıp gittikleri soru işaretleri çok fazla ve çok
büyük.
O odada Albert Camus’un Yabancı ve Sisifos Söyleni
kitapları, Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ı, Tezer Özlü’nün dokuduğu
Çocukluğun Soğuk Geceleri kitabı, Pavese’nin günlüğü, Kaan İnce ve Nilgün Marmara’nın
şiirleri, Yavuz Çetin’in Oyuncak Dünya’sı, Antoine de Saint Exupery’nin Küçük
Prens hikayesi durur. Galiba Tarkovski filmleri, Nietzsche ve Schopenhauer’in
kitapları da onların çok yakınında… Sylvia Plath’ın “Dying is an art like
everything else. I do it exceptionally well.” dizeleri... (Ölmek de bir
sanattır her şey gibi. Onu son derece (istisna olarak) iyi yapıyorum.)
Filmin anlattıklarıyla ilgili kelam etmeden evvel,
Persona sözcüğü-kavramı ile ilgili bir alıntı yapalım (Psikanaliz ve Sonrası,
Engin Geçtan):
"Persona sözcüğü, tiyatro oyuncularının çeşitli
rolleri canlandırırken taktıkları maske anlamına gelir. Analitik psikolojide bu
sözcük, insanın kendisi olmayan bir karakteri yaşaması anlamına gelir. Toplumun
onayını sağlamak için insanın dış dünyaya karşı taktığı maske ya da takındığı kimliktir.
İnsanın yaşamını sürdürebilmesi için zorunludur. İnsanın çıkarlarını korumasına ve başarıya ulaşmasına yardımcı olur. Personanın yararlarının yanı sıra zararlı olabildiği durumlar da vardır. Bir insan oynadığı role kendini çok kaptırır ve egosu yalnızca bu rolle özdeşleşirse, kişiliğin diğer bölümü bir yana itilir. Personanın bu denli egemenliğine girmiş olan kişi, kendine yabancılaşır ve aşırı gelişmiş personasıyla kişiliğinin az gelişmiş bölümleri arasındaki çatışmadan ötürü sürekli bir gerilim yaşar. Egonun persona ile özedeşleşmesine “şişme”(inflation) denir. Böyle bir insan rolünü çok başarılı oynaması sonucu, kendine aşırı önem verir. Bu rolü diğer insanlara da yansıtır ve onların da aynı rolü oynamasını ister. Otorite durumuna geldiğinde kendisiyle birlikte çalışanları bunaltır, ana ya da baba olduğunda çocuklarından çok fazla şey bekleyerek onların ruh sağlığının bozulmasına neden olur. Yasa ve gelenekler “grup personası”nı simgeler. Bireyin kişisel ihtiyaçlarını bir yana iterek, tüm grup üyelerini belirli normlara uygun ve birbirine benzer biçimde davranmaya zorlar.
Ego şişmesi kişinin aşağılık duygularına kapılmasına neden olur. Geliştirdiği amaçlara ulaşamadığından, kendisini yetersiz görür, çevresine yabancılaşır ve yalnızlık çeker.
Jung, toplum içinde önemli başarılar kazanmış bir çok kişiyi klinikte izleme olanağı bulmuştu ve bu insanların nasıl boşluğa ve anlamsızlığa düştüklerini gözlemlemişti. Bu insanlar, tedaviye başladıktan sonra, o güne kadar kendilerini aldattıklarını ve gerçekten ilgilenmedikleri şeylerle ilgilenir görünmüş olduklarını fark etmişlerdi. Tedavinin bir amacı da, personayı söndürmek ve insanın gelişmemiş yönlerinin ortaya çıkmasına yardımcı olmaktır."
İnsanın yaşamını sürdürebilmesi için zorunludur. İnsanın çıkarlarını korumasına ve başarıya ulaşmasına yardımcı olur. Personanın yararlarının yanı sıra zararlı olabildiği durumlar da vardır. Bir insan oynadığı role kendini çok kaptırır ve egosu yalnızca bu rolle özdeşleşirse, kişiliğin diğer bölümü bir yana itilir. Personanın bu denli egemenliğine girmiş olan kişi, kendine yabancılaşır ve aşırı gelişmiş personasıyla kişiliğinin az gelişmiş bölümleri arasındaki çatışmadan ötürü sürekli bir gerilim yaşar. Egonun persona ile özedeşleşmesine “şişme”(inflation) denir. Böyle bir insan rolünü çok başarılı oynaması sonucu, kendine aşırı önem verir. Bu rolü diğer insanlara da yansıtır ve onların da aynı rolü oynamasını ister. Otorite durumuna geldiğinde kendisiyle birlikte çalışanları bunaltır, ana ya da baba olduğunda çocuklarından çok fazla şey bekleyerek onların ruh sağlığının bozulmasına neden olur. Yasa ve gelenekler “grup personası”nı simgeler. Bireyin kişisel ihtiyaçlarını bir yana iterek, tüm grup üyelerini belirli normlara uygun ve birbirine benzer biçimde davranmaya zorlar.
Ego şişmesi kişinin aşağılık duygularına kapılmasına neden olur. Geliştirdiği amaçlara ulaşamadığından, kendisini yetersiz görür, çevresine yabancılaşır ve yalnızlık çeker.
Jung, toplum içinde önemli başarılar kazanmış bir çok kişiyi klinikte izleme olanağı bulmuştu ve bu insanların nasıl boşluğa ve anlamsızlığa düştüklerini gözlemlemişti. Bu insanlar, tedaviye başladıktan sonra, o güne kadar kendilerini aldattıklarını ve gerçekten ilgilenmedikleri şeylerle ilgilenir görünmüş olduklarını fark etmişlerdi. Tedavinin bir amacı da, personayı söndürmek ve insanın gelişmemiş yönlerinin ortaya çıkmasına yardımcı olmaktır."
Ekşi Sözlük’te “ateh” adlı yazar tarafından alıntılanan
bu tanım, Personayı en iyi şekilde anlatıyor. Alıntıda yer alan “tedavi
edilmesi gereken kişi” konumunda yer alan bir babaya sahip olduğumdan, anlatıyı
somutlaştırmakta güçlük çekmiyorum.
Buradan sonrasını nasıl bir bütünlük içinde anlatacağımı
tasarlamadım. Şuradan gidelim; blog yazmak (benim de genelde yaptığım tipte) "kişisel düşünce ve hikayeleri anlatmaktır”. Bunun çok ilginç, kilit
bir noktası var: “Kişisel şeyleri sosyalleştirme çabası”. Hatta bunun şöyle de
bir gerçekçi ve mizahi tanımı var: “Bugüne kadar, söyleyecek pek bir şeyi
olmayan bu kadar çok insan, çok az kişiye hiç bu kadar çok şey söylememişti.”
Blog yazmakla ilgili yazdıklarım üzerinden yola
çıktığımızda, aslında basitçe bugün modellenen insanı görüyoruz. Bugün
modellenmiş ve modellenen insan, iki sözcükle tanımlanabilir ve bu iki sözcük
birbirine değin enteresan bir zıtlık barındırmaktadır: Bencil ve Sosyal. Yirminci
yüzyılın başlarında çeşitli düşünürlerce ele alınan teknoloji, bugün onların
tahmin ettiği gibi insanları bencilleştirmiştir (Heidegger). Özellikle
internetin herkesçe kullanılmaya başlandığı son 15 yıl içinde bu bencilleşme,
yanında sosyalleşmeyi de getirmiştir. Hız, rekabet, ulaşılabilirlik vs. yani
teknolojinin getirdiği her şey, bugün insanların tek-tipleşmesine neden oluyor.
Öyle olmadığı elbet düşünülebilir. Ancak özellikle persona kavramından yola
çıkarsak, “toplumun onayını sağlamak için insanın dış dünyaya karşı taktığı
maske”ler artık birbirlerine benziyor. “Yani 8 saat çalışan, cumartesi geceleri
dışarı çıkan, sosyal, para kazanan, başarılı” bir insan profili var.
Makineleşme ve sanayi devriminin de aslında tohumunu atmış bulunduğu bir profil
bu. Yani siz 8 saat çalışmak istemediğinizde, cumartesi geceleri dışarı
çıkmadığınızda, sosyal olmadığınızda, para kazan(a)madığınızda, başarılı
olamadığınızda, başarısız bir insan oluyorsunuz. Başarılı olamadığınızda
başarılı bir insan oluyorsunuz? Çünkü başarı kavramı, normlarını tüm bu getiriler
üzerine kurdu. Girdiğiniz sınavlar, ilişkileriniz, iş hayatınız. Bir insanın “başarısız”
olması söz konusu mudur? Lakin bugün “başarısız” insan mevcut.
Artık
sadece zihinsel bir sağlıksızlık göstergesi ya da ahlaki normların dışında
davranan insanlar için kullanılmıyor “anormal”. Tembeller, asosyaller ve nice
insanlar “anormal” vb. kelimelerle yaftalanıyor. Örneğin, bir süre evde oturan
ve sosyalleşmeyen (istemeyen, ihtiyaç duymayan vs.) kişi bile kendini
anlatırken “kaç gündür evdeyim” diyebiliyor. Oysa, sosyalleşmesi ve dışarı
çıkıp tüketmesi sistemin ona aşıladığı şeylerdir. Herkesin “normal” olarak
benimsediği şeylerin dışına çıkma şansınız yok. Günlerdir evde oturduğu için,
çalışmadığı için… eleştirilen insanlar var. Bunları eleştiren insanlar var. Şunun
şurasında “Köyden İndim Şehire” filmi var ve filmde dört arkadaş, şehre inip
hazine bulmaya çalışıyor. Birisi hiç şehre inmemiş insanları uydurdu mu?
Şehirleşmeye, şehir hayatına geçileli kaç yıl oldu? Bunlar ne ara sorgulandı ve
norm haline getirildi?
Bir
gün insanlar bunları sorgulayabilir… Bunlar hiç sorgulanmayabilir de… Zira
popüler kültür ve teknoloji insanları müthiş bir hızla tek-tipleştiriyor.
Kimsenin durmaya ve sormaya zamanı yok. Persona tam ortada duruyor; insan
kendisi olmayan bir karakteri yaşamak zorunda kalıyor. Yoksa anormal olacak.
Persona
filminde, bu konuda muazzam örnekler mevcut: Hüzünlü bir sahnede gülümseyen
kadın. Toplum tarafından onaylanmak için çocuk doğurmak… Camus’un topluma
yabancılaşan bir kişiyi anlattığı “Yabancı” kitabında da… Fakat ben bu ülke
insanının “yaratılmaya” devam edeceğini ve kendisine benzemeyen her şeyi
aşağılayacağına eminim. Yani sosyalleşmeye devam… Çalışmaya devam… Bu elbet
insanların suçu değil ancak insanların kendilerini düşünemeyecek kadar
kendilerine dahi yabancılaştıkları bir toplumu da ben algılayamıyorum.
X, 20 yaşında. Facebook ve Twitter kullanıcısı. Endüstri
Mühendisliği bölümünde okuyor. Plazada çalışacak. Para kazanacak. Geçen
cumartesi gecesi dışarı çıktı. Resimleri Facebook’ta. 450 arkadaşı var. Değişik
bir şarkı paylaştı. Otobüste gördüğü teyzeyle ilgili tespit yapabiliyor.
Tespitlerini 140 karaktere sığdırmalı. Ya da blogunun formatına uydurmalı. Arkadaşları
arasında pek seviliyor. Üniversite sınavında, sınıfındaki 18 arkadaşını geride
bıraktı. Kariyer sahibi olmadan evlenmeyecek. Hem önce gençliğinin keyfini
sürsün.
Nilgün Marmara’nın dizeleriyle şimdilik bitirelim, bir
gün devam ederiz:
Maskelerinizi kuşanıp yalanlarınızı çoğaltın
Hepiniz mezarısınız kendinizin…