20 Ara 2012

Bencil ve Sosyal İnsan


            Eskiden, yaz geceleri eve dönerken arabayla çok kurbağa ezerdik. Araba farını gören kurbağa sersemleyip, ezilmeye çalışır gibi davranırdı. Ezmemeye çalışmak da, kurbağa daha rahat kaçabilsin diye yavaşlamak veya düz gitmek de işe yaramazdı. Kurbağalar genelde ezilirdi. Bu, dar bir yolda iki kişinin bir türlü birbirine yol verememesine benzerdi. İkisi de sağa gider, ikisi de sola gider, ikisi de durur. Ne yazık ki kurbağaya “hadi geç” diyemiyorsunuz.

            Benim siyah-beyaz film izleyememem de kurbağaların sersemlemelerine benzer. Fakat tam tersi, görünce doğrudan kaçmak istiyorum, kaçıyorum. Bu nedenle çoğu siyah-beyaz filmin dvd’siyle sadece bakışıyoruz. Yıllarca, aylarca… O dvd’lerin kapaklarını diğerlerinden daha iyi tanıyorum. Persona’yla iki yılı aşkın bir süre bakıştık. Kapağı hep ilginç geldi. Birçok yerde adını gördüm. Özellikle sinema kitaplarında. Yönetmen Ingmar Bergman’ın adını hele… Sinemayla ilgili ne kadar kitap varsa bahsi geçiyordu. Senaryo, film okumak, yönetmenlik, ışık… İzlemediğim filmlerinin izlemediğim sahnelerini ezbere biliyorum.

            Persona, varoluşumu fark ettiğimden beri sorgulamaya çalıştığım ve zaman zaman içlerinde boğulup-kaybolduğum soruların ortasına saplıyor kılıcını. Edebi tat, sanatsal tat, estetik gibi şeyler bir yana; elini kumların dibine sokarak taşa dek değebilen eserlerden biri oldu hayatımda. Aslında kendi içimde bu eserleri koruduğum özel bir oda veya raf var sanki.

            Persona’yı bir film olarak ya da sinema sanatı içinde değerlendiremem. Hem bu filmi  analiz edecek kadar bir sinema bilgim yok hem de filmi bir zerre kadar anladıysam; bu yapıt sinema-üstüdür.

            Bu özel odaya koyduğum diğer eserlerden de anladığım kadarıyla, yine bu eserlerin anlattıkları şeylerin hepsini tamamen algılayamam. Lakin algılayamasam da bırakıp gittikleri soru işaretleri çok fazla ve çok büyük.

            O odada Albert Camus’un Yabancı ve Sisifos Söyleni kitapları, Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ı, Tezer Özlü’nün dokuduğu Çocukluğun Soğuk Geceleri kitabı, Pavese’nin günlüğü, Kaan İnce ve Nilgün Marmara’nın şiirleri, Yavuz Çetin’in Oyuncak Dünya’sı, Antoine de Saint Exupery’nin Küçük Prens hikayesi durur. Galiba Tarkovski filmleri, Nietzsche ve Schopenhauer’in kitapları da onların çok yakınında… Sylvia Plath’ın “Dying is an art like everything else. I do it exceptionally well.” dizeleri... (Ölmek de bir sanattır her şey gibi. Onu son derece (istisna olarak) iyi yapıyorum.)

            Filmin anlattıklarıyla ilgili kelam etmeden evvel, Persona sözcüğü-kavramı ile ilgili bir alıntı yapalım (Psikanaliz ve Sonrası, Engin Geçtan):
            "Persona sözcüğü, tiyatro oyuncularının çeşitli rolleri canlandırırken taktıkları maske anlamına gelir. Analitik psikolojide bu sözcük, insanın kendisi olmayan bir karakteri yaşaması anlamına gelir. Toplumun onayını sağlamak için insanın dış dünyaya karşı taktığı maske ya da takındığı kimliktir.

İnsanın yaşamını sürdürebilmesi için zorunludur. İnsanın çıkarlarını korumasına ve başarıya ulaşmasına yardımcı olur. Personanın yararlarının yanı sıra zararlı olabildiği durumlar da vardır. Bir insan oynadığı role kendini çok kaptırır ve egosu yalnızca bu rolle özdeşleşirse, kişiliğin diğer bölümü bir yana itilir. Personanın bu denli egemenliğine girmiş olan kişi, kendine yabancılaşır ve aşırı gelişmiş personasıyla kişiliğinin az gelişmiş bölümleri arasındaki çatışmadan ötürü sürekli bir gerilim yaşar. Egonun persona ile özedeşleşmesine “şişme”(inflation) denir. Böyle bir insan rolünü çok başarılı oynaması sonucu, kendine aşırı önem verir. Bu rolü diğer insanlara da yansıtır ve onların da aynı rolü oynamasını ister. Otorite durumuna geldiğinde kendisiyle birlikte çalışanları bunaltır, ana ya da baba olduğunda çocuklarından çok fazla şey bekleyerek onların ruh sağlığının bozulmasına neden olur. Yasa ve gelenekler “grup personası”nı simgeler. Bireyin kişisel ihtiyaçlarını bir yana iterek, tüm grup üyelerini belirli normlara uygun ve birbirine benzer biçimde davranmaya zorlar.

Ego şişmesi kişinin aşağılık duygularına kapılmasına neden olur. Geliştirdiği amaçlara ulaşamadığından, kendisini yetersiz görür, çevresine yabancılaşır ve yalnızlık çeker.

Jung, toplum içinde önemli başarılar kazanmış bir çok kişiyi klinikte izleme olanağı bulmuştu ve bu insanların nasıl boşluğa ve anlamsızlığa düştüklerini gözlemlemişti. Bu insanlar, tedaviye başladıktan sonra, o güne kadar kendilerini aldattıklarını ve gerçekten ilgilenmedikleri şeylerle ilgilenir görünmüş olduklarını fark etmişlerdi. Tedavinin bir amacı da, personayı söndürmek ve insanın gelişmemiş yönlerinin ortaya çıkmasına yardımcı olmaktır."
           
            Ekşi Sözlük’te “ateh” adlı yazar tarafından alıntılanan bu tanım, Personayı en iyi şekilde anlatıyor. Alıntıda yer alan “tedavi edilmesi gereken kişi” konumunda yer alan bir babaya sahip olduğumdan, anlatıyı somutlaştırmakta güçlük çekmiyorum.

            Buradan sonrasını nasıl bir bütünlük içinde anlatacağımı tasarlamadım. Şuradan gidelim; blog yazmak (benim de genelde yaptığım tipte) "kişisel düşünce ve hikayeleri anlatmaktır”. Bunun çok ilginç, kilit bir noktası var: “Kişisel şeyleri sosyalleştirme çabası”. Hatta bunun şöyle de bir gerçekçi ve mizahi tanımı var: “Bugüne kadar, söyleyecek pek bir şeyi olmayan bu kadar çok insan, çok az kişiye hiç bu kadar çok şey söylememişti.”

            Blog yazmakla ilgili yazdıklarım üzerinden yola çıktığımızda, aslında basitçe bugün modellenen insanı görüyoruz. Bugün modellenmiş ve modellenen insan, iki sözcükle tanımlanabilir ve bu iki sözcük birbirine değin enteresan bir zıtlık barındırmaktadır: Bencil ve Sosyal. Yirminci yüzyılın başlarında çeşitli düşünürlerce ele alınan teknoloji, bugün onların tahmin ettiği gibi insanları bencilleştirmiştir (Heidegger). Özellikle internetin herkesçe kullanılmaya başlandığı son 15 yıl içinde bu bencilleşme, yanında sosyalleşmeyi de getirmiştir. Hız, rekabet, ulaşılabilirlik vs. yani teknolojinin getirdiği her şey, bugün insanların tek-tipleşmesine neden oluyor. Öyle olmadığı elbet düşünülebilir. Ancak özellikle persona kavramından yola çıkarsak, “toplumun onayını sağlamak için insanın dış dünyaya karşı taktığı maske”ler artık birbirlerine benziyor. “Yani 8 saat çalışan, cumartesi geceleri dışarı çıkan, sosyal, para kazanan, başarılı” bir insan profili var. Makineleşme ve sanayi devriminin de aslında tohumunu atmış bulunduğu bir profil bu. Yani siz 8 saat çalışmak istemediğinizde, cumartesi geceleri dışarı çıkmadığınızda, sosyal olmadığınızda, para kazan(a)madığınızda, başarılı olamadığınızda, başarısız bir insan oluyorsunuz. Başarılı olamadığınızda başarılı bir insan oluyorsunuz? Çünkü başarı kavramı, normlarını tüm bu getiriler üzerine kurdu. Girdiğiniz sınavlar, ilişkileriniz, iş hayatınız. Bir insanın “başarısız” olması söz konusu mudur? Lakin bugün “başarısız” insan mevcut.

Artık sadece zihinsel bir sağlıksızlık göstergesi ya da ahlaki normların dışında davranan insanlar için kullanılmıyor “anormal”. Tembeller, asosyaller ve nice insanlar “anormal” vb. kelimelerle yaftalanıyor. Örneğin, bir süre evde oturan ve sosyalleşmeyen (istemeyen, ihtiyaç duymayan vs.) kişi bile kendini anlatırken “kaç gündür evdeyim” diyebiliyor. Oysa, sosyalleşmesi ve dışarı çıkıp tüketmesi sistemin ona aşıladığı şeylerdir. Herkesin “normal” olarak benimsediği şeylerin dışına çıkma şansınız yok. Günlerdir evde oturduğu için, çalışmadığı için… eleştirilen insanlar var. Bunları eleştiren insanlar var. Şunun şurasında “Köyden İndim Şehire” filmi var ve filmde dört arkadaş, şehre inip hazine bulmaya çalışıyor. Birisi hiç şehre inmemiş insanları uydurdu mu? Şehirleşmeye, şehir hayatına geçileli kaç yıl oldu? Bunlar ne ara sorgulandı ve norm haline getirildi?

Bir gün insanlar bunları sorgulayabilir… Bunlar hiç sorgulanmayabilir de… Zira popüler kültür ve teknoloji insanları müthiş bir hızla tek-tipleştiriyor. Kimsenin durmaya ve sormaya zamanı yok. Persona tam ortada duruyor; insan kendisi olmayan bir karakteri yaşamak zorunda kalıyor. Yoksa anormal olacak.

Persona filminde, bu konuda muazzam örnekler mevcut: Hüzünlü bir sahnede gülümseyen kadın. Toplum tarafından onaylanmak için çocuk doğurmak… Camus’un topluma yabancılaşan bir kişiyi anlattığı “Yabancı” kitabında da… Fakat ben bu ülke insanının “yaratılmaya” devam edeceğini ve kendisine benzemeyen her şeyi aşağılayacağına eminim. Yani sosyalleşmeye devam… Çalışmaya devam… Bu elbet insanların suçu değil ancak insanların kendilerini düşünemeyecek kadar kendilerine dahi yabancılaştıkları bir toplumu da ben algılayamıyorum.

            X, 20 yaşında. Facebook ve Twitter kullanıcısı. Endüstri Mühendisliği bölümünde okuyor. Plazada çalışacak. Para kazanacak. Geçen cumartesi gecesi dışarı çıktı. Resimleri Facebook’ta. 450 arkadaşı var. Değişik bir şarkı paylaştı. Otobüste gördüğü teyzeyle ilgili tespit yapabiliyor. Tespitlerini 140 karaktere sığdırmalı. Ya da blogunun formatına uydurmalı. Arkadaşları arasında pek seviliyor. Üniversite sınavında, sınıfındaki 18 arkadaşını geride bıraktı. Kariyer sahibi olmadan evlenmeyecek. Hem önce gençliğinin keyfini sürsün.

            Nilgün Marmara’nın dizeleriyle şimdilik bitirelim, bir gün devam ederiz:

Maskelerinizi kuşanıp yalanlarınızı çoğaltın
Hepiniz mezarısınız kendinizin…

13 Ara 2012

Canım İstanbul - İlhan Gencer

İstanbul'a pek bayılmasam da, bu şarkı harika. Ekşi Sözlüğün radyosunda rastladım. Sinematografik. Strangers In The Night ile aynı müziğe sahip olsa da... Hatta belki sahip olduğundan...

IMDB'den Daha Objektif: Metacritic


            IMDB, filmlerin puanlandırılması konusunda hiçbir zaman “objektif olmak” gibi bir tasaya sahip olmadı. Ancak insanlar nasıl oluyorsa, bu konuda IMDB’yi büyük bir kriter yerine koyabiliyor. IMDB’nin puanlandırması birçok yönden sübjektiflik taşır. Sadece düşük puan vermek isteyenler, filmi izlemeyenler, filmdeki aktörü çok sevenler, filmin puanını çok yüksek bulup düşürmek isteyenler vs. vs… Yine de insan bazen “izlemeye değer mi” düşüncesiyle bu tip bir kaynağa ihtiyaç duyuyor. Ben de IMDB’den sıkıldıktan sonra, yine çokça kişinin bildiği başka bir kaynağa, Metacritic’e yöneldim. Bu sitede ayrıca oyunlar ve albümler de değerlendiriliyor. Puanlama sistemi şöyle, birkaç otoritenin (yazar, eleştirmen) puanları harmanlanıp, bir ortalama oluşturuluyor. Yine kullanıcıların da puanlaması var (diğerine dahil değil). Bu en azından objektife daha yakın bir sonuç getiriyor. Daha doğru bir puanlama. 

Die Falscher, The Artist, To Rome With Love, Mildred Pierce, Sherlock


            Bütün bu yapıtları tek tek ele alırsam epey uzun sürecek. En iyisi kısa kısa hepsine değinmek. Çorba olma tehlikesi var ama hadi bakalım…
            Die Falscher (Kalpazanlar), daha önce değindiğim Das Leben Der Anderen’den sonraki sene, En İyi Yabancı Film Oscar’ını almış. Biraz Fransız başlıyor bu Avusturya Filmi. Sonra biraz Alman’a bürünüyor, belki hiç Avusturyalı olmadan bitiyor. Yönetmen Stefan Rubowitzky’nin özgün ve iddialı bir tarzı var. Öyle ki hiç beğenmemek olası. Ben de çok beğendiğimi söyleyemem. Kullandığı dar planlar, bir psikoloji yaratmaktan çok “geniş plana al şunu” tepkisi yarattı bünyemde. Filmin hikayesi özgün. Sinemaya çok uygun: 2. Dünya Savaşı’nda bir grup Yahudi, Almanlar için Pound ve Amerikan Doları basıyor. Amaç, parayı piyasaya sürüp İngiliz ve Amerikan ekonomisini çökertmek. Zaman zaman “Arka Sokaklar” dizisine benzeyen kamera hareketlerinin yanı sıra, özetleyici ve mizahi unsur, başroldeki Karl Markovics’in enteresan beden dili filmi farklı bir havaya sokuyor. Bu film Oscar Adayı olabilir, lakin Oscar’ı alma nedeni sanırım içinde Yahudi bulundurması.

Filmin Notu: 7.4 / 10
            The Artist, geçen yıl En İyi Film Oscar’ını kucaklamıştı (oh klişe!). Sessiz ve siyah-beyaz. Yani çok az sesli. Epey az. Sessiz sinemadan, sesli sinemaya geçilirken, bir aktörün buna karşı direnişini ve “sesli sinemanın sanatsal değeri olmadığı” tezini savunuşunu izliyoruz. Filmi farklı kılan, sübjektif anlatımı. 1. Kişiden anlatım, filmin sessizliğiyle verilmiş. Ayrıca filmin dili, anlatım tekniği, mizahı, demişken diyelim, her şeyi, eski; o yıllarda yapılan bir film gibi. Özellikle 1. Kişiden anlatım kısmı etkileyici. Kesinlikle görülmesi gerekir. Konu ve içerdiği ihtiraslar sıradan gelebilir. Fakat o yıllara sadık kalındığı için buna göz yumulmalı. Karşısında çok güçlü bir yapıt olsa Oscar’ı alabilir miydi? Zor.

Filmin Notu: 8.8 / 10
            To Rome With Love, Woody Allen’in şehir filmlerinin son halkası. En vasatı. Woody, artık kendi içinde bir devir-daim yaşıyor ve bizi şaşırtamıyor. Hatta buna şaşırmadığımıza da şaşırmıyoruz. Midnight in Paris iyiydi de, bu bayat. Roma’ya gidesim geldi mi? Gelmedi. Yapmaya çalıştığı sürprizler dahi çok tahmin edilebilirdi. İşin kötüsü, etkilediği insanlar olabilir ancak ben hiçbir şehir filmini izledikten sonra o şehre gitme isteği duyamadım. Bazıları hala onu çok seviyor. Kanımca, bazı rock grupları gibi bakarsak, Annie Hall’dan sonraki albümlerinde bir-iki güzel şarkı vardı. Onu bir türlü aşamadı.

Filmin Notu: 6.2 / 10
            Mildred Pierce, bir mini-dizi. 5 bölümlüktü sanırım. Kate Winslet olduğu için başladım. 1931’de başlıyor. California’da. Amerika’nın ekonomide çözüm aradığı, alt-orta sınıfın zorlandığı dönemler. Mildred (Kate), kocasının onu aldattığını öğreniyor ve boşanıyor. İki kızıyla beraber yaşıyor. Çalışmalı, hayatta kalmalı… Lakin elinden gelen tek iş, turta yapmak… Mildred Pierce bir roman uyarlaması. 50’lerde bir de filmi yapılmış. İyi ki tekrar kalkışılmamış. Zira konunun birçok tarafına yazık olurmuş. Hem de, kitaptan alınabilecek zevki, kitapların görebileceği ayrıntıların çoğunu tadıyoruz. Bayağı ödülü var. Hak ediyor. Dram sözcüğünün tam karşısında duruyor.
            Sherlock, Sherlock Holmes’in BBC tarafından modernize edilip, mini-dizi yapılmış hali. 2 günde bitirdim. Çok kişinin haberi vardır ancak olmayan da öğrenmiş olsun. Bu modernizasyon bir kere bile kafada soru işareti bırakmıyor. Harika işlenmiş. 2 sezon çekildi, 3.sü Mart 2013’te başlayacakmış. Toplam 6 bölüm. Keşke daha çok olsa.

4 Ara 2012

Cayman Islands

Durup dururken sürekli karşıma çıkmaya başlayan şeylere, bu şarkı da eklenmiş bulundu. Harika bir hikaye-durum anlatıyor. Tezer Özlü'nün diş ağrıları gibi dayanılmaz baş ağrılarım oluyor uzun zamandır. Oyuk oyuk ağrıyan gözümü açık tutmamı sağlayan bu yumuşak şarkı ve klipteki güzel dekor sanırım. Bir ara salt kendime ayırdığım günler başımın ağrıdığını düşünmüştüm lakin hayır, başım sabah uyandığımda ağrıyor. Yani gün ışığında. Doğduğumda da başım ağrımış mıydı acaba?