29
çekmeyen Şubatlar içimi rahatlatıyor. Nilgün Marmara’nın doğduğu, dolayısıyla
Zafer Ekin Karabay’ın bolca ithafta bulunduğu bu ay her düşündüğümde üzerime
küçük geliyor, içimi sıkıyor. Gerçekten de sözcükleri olduğu gibi, “geliyo”
değil de “geliyor” olan insanları hep incelemek istemişimdir. Yıllardır ısrarla
sözcükleri yanlış söyleyen insanlardan kaçmamın tam tersi(Şarz?)… İçimin sıkıldığı ay
bitiyor. Bir de Kasım var, çok acayip. Mayıslarım masalsı. Ağustoslarım tatlı.
Temmuzlarım mide ağrısı. Ocaklarım soğuk. Aralıklarım ketenpere. Eylüllerim
bana benziyor… Dağınık gidiyorum, uzun süredir yazmadım buraya, biraz daha
yazmazsam bir strese dönüşecek, şu an onu engellemeye çalışıyorum. Editörü
tarafından bir öykü-hikaye yazması için sıkıştırılan Bukowski’nin, editörünün
ondan hikaye yazmasını istemesini yazmasına benziyor…
Aklımda uzun zamandır çeşitli konu başlıkları vardı fakat
geneli sinemayla ilgiliydi, pek değinmek istemedi canım nedense. Killing Them
Softly, Django Unchained, Oscar ödülleri, Friends dizisi, Kelebeğin Rüyası ve
şimdi hatırlayamadığım birçok film vs. ile ilgili yazılar hala klasörümde
duruyor lakin bir türlü olmuş gibi gelemediler bana… Yine kısaca, başlıklamadan
değineyim isterim.
Killing Them Softly, fena değildi, biraz dağınıktı, süresi
uzundu ve muhtemelen kurguda epey sahne makas yemişti. Makas yememiş halini
görmek lazım, aynısı Kelebeğin Rüyası için de geçerli ki onunla ilgili bilgiyi
birinci ağızdan aldım, süre uzamasın diye çok makas yemiş (bu laubali cümleyi kurma sebebim basında bu
tip bir bilgiye ulaşılamaması), serim kısmında bir yavanlık mevcut, bir saat
daha sürse harika olurmuş. Gelelim Killing Them Softly’ye yine. Görüntü
yönetmenliği çok iyi, bazı sahneler ve detaylar müthiş, sırf onlar için bile
izlenmeli, karakterler roman karakterleri kadar gerçekçi, Brad Pitt girmese de
acaba olur muymuş? Çünkü ilk yarım saat kadar gözükmüyor ve onu gördükten sonra
beyin “şu an film izliyorum” vuruyor birkaç dakika. Sonunda bir siyasal mesaj
verilmeye çalışılmış ki evlere şenlik…
Django Unchained çok iyi. Bir Tarantino masalı. Güçlü bir
kadrosu var, Tarantino’ya alışık olsanız bile şaşırıyorsunuz mütemadiyen, yılın
en iyi filmi Oscar’ını alan Argo’yu katlar, çarpar, çıkarır, toplar… Argo ile “Akademi”
kendine “Bizi artık kesinlikle ciddiye almayın” ödülü verdi, kutluyorum. Sırf
bir propaganda barındırıyor diye ödül alan film gördük yine… Zaten sadece
yabancı film kaçırmamak için işe yarıyor uzun süredir. O kademede bir kurumun
yaptıkları vizyonsuz ve komik, keşke yalnızca En İyi Film ödülünü yanlış verseler..
Doğruyu bulmak çok zor. Cannes, Berlin, Sundance varken artık gereksiz, dostlar
alışverişte görsün…
Friends’i kör-topal bilirdim önceden. Bir ayda bitirdim.
Fark etmeden stratejik bir zamanda da bitirmişim şimdi o denli boş
oturamıyorum. İlk bölümden başlamaya kalkıştığım olmuştu, bir türlü bölümü
bitirememiştim. Bu sefer 3. Sezonun ilk bölümünden başladım, bitince ağladım,
canım sıkıldı, arkadaşlarım yurtdışına göçmüş misali hissettim. Büyük bir iş,
hayatımda yer kaplamasından mutluluk duyduğum bir yapım. Karamel gibi, kendine
özgü.
Filmlerden feşmekân geçişi yapalım madem, Detroit’in
haline üzülüyorum nedense. Bilumum polisiye filmin geçtiği yerdi, artık iş
olanakları eskisi kadar olmadığı için boşaltılıyor. Fotoğrafları için sadece
Detroit yazıp Googlelayabilirsiniz. 1 Dolara satılan evler, bomboş yerler... Çok
acayip geldi bana. Bir afet olmuş, savaş geçirmiş, nükleer felakete maruz
kalmış gibi… Bomboş. Tabi hala şehirde yaşayan milyona yakın insan var. Amerika’daki
otomobil sektörünün kalbiydi, şirketler 2008 itibarıyla başlayan krizden sonra
küçüldü-battı. “X’in kalbi” tam bir televizyon cümlesi değil mi peki?
Bir aydır önceden okuduğum kitaplara tekrar sardım,
izlediğim filmleri tekrar izliyorum çünkü fena unutmuşum. Birisi okuduğum bir
kitaptan bahsederken kalakalıyorum, bu sefer de bunlardan sonra
okuyup-izlediklerimi unutacağım ve bu paradoks içinde hayatım sürecek sanırım.
Sinemaya param oldukça gidip, nedense evde film izleyemediğim bir dönemdeyim.
Sürekli film alasım geliyordu ve kendimi “evde izlemediğim çok film var” ile
geçiştiriyordum, bir baktım yokmuş. Böylece şubatı yazısız bitirmemiş oldum,
kendi tabularımı yıktım, hala da içime
sinmiyor yazdığım fakat sinmese ne olur ki? Bir tabuyu daha yıkıp “Yayınla”ya
tıklıyorum şimdi. Daha çok diyeceğim vardı da aklıma gelmiyor, arada böyle
fütursuzca yazayım diyorum. Ha aklıma geldi bir şeyler, neyse ya iyice içime
sinmeyecek. Ay gittikçe çirkinleşiyor bitir artık. Oh. Mu?