28 Şub 2013

Sardalye


            29 çekmeyen Şubatlar içimi rahatlatıyor. Nilgün Marmara’nın doğduğu, dolayısıyla Zafer Ekin Karabay’ın bolca ithafta bulunduğu bu ay her düşündüğümde üzerime küçük geliyor, içimi sıkıyor. Gerçekten de sözcükleri olduğu gibi, “geliyo” değil de “geliyor” olan insanları hep incelemek istemişimdir. Yıllardır ısrarla sözcükleri yanlış söyleyen insanlardan kaçmamın tam tersi(Şarz?)… İçimin sıkıldığı ay bitiyor. Bir de Kasım var, çok acayip. Mayıslarım masalsı. Ağustoslarım tatlı. Temmuzlarım mide ağrısı. Ocaklarım soğuk. Aralıklarım ketenpere. Eylüllerim bana benziyor… Dağınık gidiyorum, uzun süredir yazmadım buraya, biraz daha yazmazsam bir strese dönüşecek, şu an onu engellemeye çalışıyorum. Editörü tarafından bir öykü-hikaye yazması için sıkıştırılan Bukowski’nin, editörünün ondan hikaye yazmasını istemesini yazmasına benziyor…

            Aklımda uzun zamandır çeşitli konu başlıkları vardı fakat geneli sinemayla ilgiliydi, pek değinmek istemedi canım nedense. Killing Them Softly, Django Unchained, Oscar ödülleri, Friends dizisi, Kelebeğin Rüyası ve şimdi hatırlayamadığım birçok film vs. ile ilgili yazılar hala klasörümde duruyor lakin bir türlü olmuş gibi gelemediler bana… Yine kısaca, başlıklamadan değineyim isterim.

            Killing Them Softly, fena değildi, biraz dağınıktı, süresi uzundu ve muhtemelen kurguda epey sahne makas yemişti. Makas yememiş halini görmek lazım, aynısı Kelebeğin Rüyası için de geçerli ki onunla ilgili bilgiyi birinci ağızdan aldım, süre uzamasın diye çok makas yemiş  (bu laubali cümleyi kurma sebebim basında bu tip bir bilgiye ulaşılamaması), serim kısmında bir yavanlık mevcut, bir saat daha sürse harika olurmuş. Gelelim Killing Them Softly’ye yine. Görüntü yönetmenliği çok iyi, bazı sahneler ve detaylar müthiş, sırf onlar için bile izlenmeli, karakterler roman karakterleri kadar gerçekçi, Brad Pitt girmese de acaba olur muymuş? Çünkü ilk yarım saat kadar gözükmüyor ve onu gördükten sonra beyin “şu an film izliyorum” vuruyor birkaç dakika. Sonunda bir siyasal mesaj verilmeye çalışılmış ki evlere şenlik…
           
            Django Unchained çok iyi. Bir Tarantino masalı. Güçlü bir kadrosu var, Tarantino’ya alışık olsanız bile şaşırıyorsunuz mütemadiyen, yılın en iyi filmi Oscar’ını alan Argo’yu katlar, çarpar, çıkarır, toplar… Argo ile “Akademi” kendine “Bizi artık kesinlikle ciddiye almayın” ödülü verdi, kutluyorum. Sırf bir propaganda barındırıyor diye ödül alan film gördük yine… Zaten sadece yabancı film kaçırmamak için işe yarıyor uzun süredir. O kademede bir kurumun yaptıkları vizyonsuz ve komik, keşke yalnızca En İyi Film ödülünü yanlış verseler.. Doğruyu bulmak çok zor. Cannes, Berlin, Sundance varken artık gereksiz, dostlar alışverişte görsün…

            Friends’i kör-topal bilirdim önceden. Bir ayda bitirdim. Fark etmeden stratejik bir zamanda da bitirmişim şimdi o denli boş oturamıyorum. İlk bölümden başlamaya kalkıştığım olmuştu, bir türlü bölümü bitirememiştim. Bu sefer 3. Sezonun ilk bölümünden başladım, bitince ağladım, canım sıkıldı, arkadaşlarım yurtdışına göçmüş misali hissettim. Büyük bir iş, hayatımda yer kaplamasından mutluluk duyduğum bir yapım. Karamel gibi, kendine özgü.

            Filmlerden feşmekân geçişi yapalım madem, Detroit’in haline üzülüyorum nedense. Bilumum polisiye filmin geçtiği yerdi, artık iş olanakları eskisi kadar olmadığı için boşaltılıyor. Fotoğrafları için sadece Detroit yazıp Googlelayabilirsiniz. 1 Dolara satılan evler, bomboş yerler... Çok acayip geldi bana. Bir afet olmuş, savaş geçirmiş, nükleer felakete maruz kalmış gibi… Bomboş. Tabi hala şehirde yaşayan milyona yakın insan var. Amerika’daki otomobil sektörünün kalbiydi, şirketler 2008 itibarıyla başlayan krizden sonra küçüldü-battı. “X’in kalbi” tam bir televizyon cümlesi değil mi peki?

            Bir aydır önceden okuduğum kitaplara tekrar sardım, izlediğim filmleri tekrar izliyorum çünkü fena unutmuşum. Birisi okuduğum bir kitaptan bahsederken kalakalıyorum, bu sefer de bunlardan sonra okuyup-izlediklerimi unutacağım ve bu paradoks içinde hayatım sürecek sanırım. Sinemaya param oldukça gidip, nedense evde film izleyemediğim bir dönemdeyim. Sürekli film alasım geliyordu ve kendimi “evde izlemediğim çok film var” ile geçiştiriyordum, bir baktım yokmuş. Böylece şubatı yazısız bitirmemiş oldum, kendi  tabularımı yıktım, hala da içime sinmiyor yazdığım fakat sinmese ne olur ki? Bir tabuyu daha yıkıp “Yayınla”ya tıklıyorum şimdi. Daha çok diyeceğim vardı da aklıma gelmiyor, arada böyle fütursuzca yazayım diyorum. Ha aklıma geldi bir şeyler, neyse ya iyice içime sinmeyecek. Ay gittikçe çirkinleşiyor bitir artık. Oh. Mu?