23 Eki 2012

Lolita

Kitabı olan filmleri pek izlemem. Yani önce daima kitaba şans tanırım. Lolita'yı unutmuştum. Sonra bir arkadaşım çok övdü, sonra filmini indirimde gördüm ve en son geçen hafta iki ayrı "Okunması Gereken X Kitap" listesinde karşıma çıktı. Bazen dışımdan bir ses okumamı-izlememi-yapmamı söyler böyle... Bu dış ses, beni bir kez daha hayal kırıklığına uğratmadı.

Dönemsel romanlardan, aynı yazarlardan, filmlerden sıkılmıştım ve biraz daha içe dönük, detaylı, farklı bir roman arıyordum. Karşıma bugün çıktı Lolita. Vladimir Nabokov'la tanışmama vesile oldu. İç-sel çözümlemeler ve olay akışları gibi konularda çok iyi romanlar okudum. Bazılarının dili başka bir dünyadan yazıyor gibiydi... Dostoyevski'nin Tanrı'ya en yakın adam olduğunu gördüm. Övgü geliyor: Nabokov kadar düzgün tekniği olan, tekniğinden zeka fışkıran romancı görmedim. Romancının en mühim işlerinden biri konuyu nerede bitireceğini, ne kadar uzatacağını ayarlamaktır ve bu bir tür içgüdü-öngörüdür. Ancak Nabokov çok farklı. Romanı, disiplinli bir aşçının lezzetli bir yemeği gibi sunuyor. Yani yaptığı işi sevdiği aşikar, içine epey mantık da katmış ve bunu okuyucuya sunduğunda önce hisler harekete geçiyor. Zekasına hayran olmamak elde değil. Örnekse, kitabın girişinde anlatım tekniği derhal fark ediliyor. İnsanlara dair detaycı, olaylara dair biraz daha kaba ve lirik benzetmeleri var. Bu lirik, yalın benzetmelerin ve tasvirlerin ardından şu cümleyi kondurup okuyucuyu uyandırıyor Nabokov: "-Umarım üslubuma diyeceğiniz bir şey yoktur, gözetim altında yazıyorum-". Bu başlı başına dehadır. Nabokov bu cümlesiyle, hem okuyucuyu ağır anlatıma hazırlamış, hem ağırlaşan dilini bu cümleyle bölerek dikkatleri toparlayıp dili hafifleştirmiş, hem de okuyucuya neden gözetim altında olduğunu merak ettirmiştir. Çok stratejik, çok yerinde bir tümcedir bu. Nabokov'u mutlaka okumalı, tekniği ve dili, dilinin sadelik-detaycılık-duygu ölçüsü harika.

Romanın yine çok beğendiğim girişi:

"Lolita, hayatımın ışığı, kasıklarımın ateşi. Günahım, ruhum, Lo-li-ta; dilin ucu damaktan dişlere doğru üç basamaklık bir yol alır, üçüncüsünde gelir dişlere dayanır. Lo-li-ta.

Sabahları ayağındaki çorabının teki, bir elli boyu ile Lo idi, sadece Lo. Ayağında bol gündelik pantolonu ile Lola. Okulda Dolly. Kayıtlardaki noktalı çizgilerde Dolores. Ama benim kollarımda hep Lolita idi."

19 Eki 2012

Şarköy


         Şarköy’de devre mülk tutmuşuz. 1.5 veya 2.5 yaşındayım. 2.5 olmalıyım. Dedem, annem, babam, halam, babaannem, amcam, ben kadro. Amcamın BMW’si var. Açık mavi. Bitiyorum o BMW’ye. Birçok hastalığı bana bulaştıran amcam oldu sanırım… Eskiden alt komşumuzdu. Evinde garsonculuk oynayıp, sallanan ata binerdim, bir de televizyon sehpası vardı; sürekli onun resmini yapardım. Arka odası korkunçtu. Ütü tahtası, çamaşır kurutma askısı, gardırop. Eskiden herkesin korkunç bir odası vardı. En korkuncu, dedemin evindeki tuvalette (tuvaletteki kapı buraya açılıyordu) bulunan odaydı: İki adet karşılıklı küvet ancak küvetler yerde değil, yerden 1 metre 60 santim kadar havada, odanın ışığı kırmızı; karanlık oda. Odanın varlık nedenini bu travma başladıktan yıllar sonra idrak ettim. O tuvalette kaka yapmak, pazarda annemin elimi bırakmasıyla birlikte dünyanın en korkunç şeyiydi. Hatta çok küçükken gördüğüm ve hala etkisinden çıkamadığım kâbusumun nedeni belki budur: Plajda annemin yanında oturuyorum. Hava çok güneşli, şemsiyenin altında şezlongdayız. Dondurmacılar, mısırcılar geçiyor. Annem bana bir şeyler söylüyor, bir yerden sonra dediklerini anlayamıyorum ve sol eli (annem solak) birden uçup, plajın arkasındaki dev apartmanların üzerinden uçup gidiyor.

         Devre mülkümüz bir sitedeydi, site karşılıklı 15-20 kadar villadan oluşuyordu ve soldan ilk evdi bizimki. Ortada beton bir yol, yolun sonu geniş bir beton alan, alanda potalar ve park eden arabalar, ötesi kumsal ve deniz, iki yanda ağaçlar… Lakırdıyı buraya getiren BMW o alanda dururdu. Ben de arkadaşlarımla oynamadığım vakitlerde, oraya gidip takla atardım betonda. Hatta bir akşam elektrik kesildi ben oradayken, bütün çocuklar çığlık çığlığaydı ve amcam derhal arabaya atlayıp farları açtığında, o zamana dek gördüğüm en geniş kitleye hitap eden kahraman olmuştu. Ben de ağlamış mıydım? “Hatırlamıyorum” diye düşünürken içimi sıkıntı bastı… Evet evet, gayet ciyaklamıştım. Bir de annemler denize girerken çok ağlamıştım boğulacaklar diye… Hala gülerim buna. Şezlongda oturmuş, arkalarından bağırıp sövüyordum: “Salaklar! Aptallar! Köpek balıkları yiyecek sizi! Boğulacaksınız! Hayvanlar!”  Sanırım babam civarda değildi. Bu kadar küfür edebildiğime göre… Gerçi babam yanımdayken de küfür etmiştim:

         İki arkadaşım vardı. Biri Tolga, diğeri Damla. Damla’dan hoşlanıyor muydum yoksa bu düşünce aile büyüklerimce sonradan mı aşılandı bilmiyorum. Tolga fiyakalı çocuktu. Sarı, akülü bir cipi vardı. Gördüğüm ilk akülü arabaydı. Sağ olsun arada bir tur atmama izin veriyordu. Henüz Recaizade Mahmud Ekrem’in romanını okumadan kapıldığım “Araba Sevdası”, akülü arabayı görünce aşka evrildi ve bir ebeveynin duymak istemeyeceği o tümceye dönüştü: “Ben de istiyorum.”

         İşin kötüsü, inatçı bir çocuktum. İsteklerimi oyalama taktiğiyle defedemezdiniz. Dolayısıyla önce aba altından sopa gösterdim, sonra baskı geldi ve peşi sıra dikta! Aleyhtarlarımın dayanacak gücü kalmamıştı. Yurt dışına kaçmak, akülü araba almaktan daha maliyetliydi. Babam neticeyi iki sözcükle ilan etti: “Tamam alacağım.”

         Bekleyiş başladı. Akşamına yarım bardak bira içildi, masaya çıkıldı. Göbek atıldı, ziller zurnalara karıştı. Hayırsız evladını bu halde gören baba hısımları yatıştırdı “Yahu içsin neyse, bir tane de alkolik çıksın aileden.” Kuş üzümlü kahvaltıyı, alanda atılan taklalar takip etti. Dedem ve babam akülü arabayı getirmek üzere Valens Kemeri’nin dibine, Saraçhane’ye yola çıktı. Haşim İşcan Geçidi bu işler için biçilmiş kaftandı.

         Neyse efendim, pek olumlu uyanırmışım Şarköy günlerinde zaten. Babaannem hep bahseder... Merdivenleri inip, salonda oturan babaanneme dönüp “Günaydııın!” deyip gülücük atarmışım. Babamla dedem bu bekleyişin sonunda arabayı getirdiler. Kırmızı bir Peugeot idi. Lakin bir farklılığı vardı: Pedallıydı. Pedallı daha ucuzdu çünkü. Yine de bir heves bunu sorgulamadan arabaya bindim. Sonrasını ben hatırlamıyorum fakat şöyle cereyan etmiş; Arabaya binip, iki adım gidip, durup, kornaya basıp, okkalıyı yapıştırmışım: “Önüne baksana ulan eşşoğlueşşek!” Bunu dedem de duyduğu için babam kızarmış, açıklamaya yeltenmiş “Annesiyle hep taksiye biniyorlar, oradan öğrenmiştir.”

         Ben o Peugeot’yu pedallarına basmadan kullandım hep. Basınca dizlerim plastiğe sürtüyor, bacaklarım sıyrılıyordu. Doğrusu akülü olmadığı için hep bir burukluk vardı arabada. Velhasıl yıllar geçti, amcam birkaç BMW değiştirdi, sonra daha ucuz olduğu için Peugeot aldı...


18 Eki 2012

Türkiye Sineması ve Sonbahar'a Dair


            En son söyleyeceğimi başta söyleyeyim (bitiyorum şu klişe kalıplara); Özcan Alper son dönemde bu topraklardan çıkan en iyi yönetmenlerden biri. Türkiye Sineması’nın gitmek istediği yer bu ülkenin sanat anlayışı açısından beni epey umutlandırıyor. Diyebilirim ki, sanatın bu ülkede yolunu bulup, ışık saçtığı tek alan bugün sinema. Müthiş işler yapılıyor hakikaten. Üstelik müzik ve tiyatronun aksine batıya kanalize olmadan, kendi yolunu seçiyor. Bugün Türkiye Sineması; yerel bir çalgının dünyaca kabul edilmesi gibi bir mutluluk veriyor bana. Çünkü bu toprakların hikayeleri, bu toprakların yordamıyla anlatılıyor. İçinde “Dünyaya açılan popstar” gibi bir yapaylık yok. Bu “kendini daima olduğundan iyi zanneden” ülkenin insanları, seslerini dünyaya sinemayla duyuruyor.

Bugün elimizde Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Semih Kaplanoğlu, Seren Yüce, Özcan Alper ve zaman zaman bu tarafa geçen Serdar Akar, Reha Erdem var. Tuttuğu çarşafın bir ucu buraya, bir ucu Hamburg’a dayanan bir Fatih Akın var. Yine bu yolculuğa belgesel-sinemaları ile katılan Aslı Özge (Köprüdekiler), Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan (İki Dil Bir Bavul) var. Bu yönetmenler, anlattıkları şey sarsıcı bir olay bile olsa önce kişilere yöneliyorlar. Yani “evet karakteri tanıttık, şimdi olaya geçelim” benzeri bir tutum söz konusu değil. Her şeyin başında olaya sebep olan insan ve insanı insan yapan doğa geliyor. Bu toprakları anlatan Oğuz Atay, Yaşar Kemal, Yusuf Atılgan, Sabahattin Ali, Sait Faik Abasıyanık gibi büyük yazarların (Orhan Pamuk ve İhsan Oktay Anar’ın nesline sıra gelmemiş olabilir henüz) da başarısıdır bu. İnsana tek açıdan bakmamak, insanları dışarıdan yargılamamak sinemaya yansıyan büyük öğretilerdir. İzledikçe görüyoruz ki: Bizi kendimize asıl sorgulatan bize benzeyen, biz misali insanlardır. Bir büyük soygun hikayesi sürükleyicidir ama sanatın gerçek ve yüce vasfını yerine getiren bu bireysel ve toplumsal çözümlemelerdir. Bir Zamanlar Anadolu’da filmindeki muhtarın evidir hayata benzeyen. Güzel olanın korkunçluğu buradan gelir.

Genelde Dostoyevski’ye benzetirler son dönem yönetmenlerinin hikaye işleyişini. Tabi ki hepsi Dostoyevski’den ve birbirlerinden büyük farklılıklar da taşır ancak kastedilmek istenen şey doğrudur. Dostoyevski insanları yargılamaz, an’ları müthiş vurgular ve hayattan daha gerçekçidir. Orhan Pamuk okurken sonraki sayfada ne olduğunu biliriz ancak okumaya devam ederiz. Tılsımdır bu. Sanat tılsımdır. Darısı bu topraklardaki tüm sanatçıların ve sanat akımlarının başına. Bunun önünde duran en büyük engel okullardaki öğretidir. Yukarıdaki yönetmenler bu öğretileri geliştirip-kırıp bir ekol yaratmışlardır. Üzerine mutlaka düşünülmelidir.


Daha fazla kafa şişirmeden filme geçelim. Sayfalarca yazabilirim çünkü yukarıdaki konuda. Bir sosyalistin hapishaneden çıktıktan sonraki hayatını anlatıyor Özcan Alper (Hayata Dönüş Operasyonu mu desek?). Hikayemiz Artvin’de geçiyor. Aslında çok özüne inelim; film sessiz bir çığlığı anlatıyor. Hopa’nın doğasının yanı sıra, baş kahramanımız Yusuf’un kendi içindeki sorgusu güzel olan. Her şey birbirine o kadar bağlı ki, konuya bir yerinden dalarsam izlerken tadınız kaçabilir. Filmdeki fotoğrafları, özellikle Serkan Keskin’in oyunculuğunu çok beğendim. Birkaç tanıdık, Yusuf’un evini ziyaret edip kalkarken, Mikail’in uyuyan çocuğu kucaklayıp gitmesiydi damarıma basan.

“Her sonbaharın dönüşü var” diyor bu filme dair; yönetmen Özcan Alper. Umarım öyledir.

Filmin Notu: 8.4 / 10

Keras


         Yanımızdan, hatta belki benim kederimden, belki senin heyecanından orada sen yoktun o zaman: Yanımdan deniz geçiyordu boğaza doğru. Hava köşesine çekilen bir kaplumbağa misali kapamıştı kendini. Bu mevsimde doğaldı… O gün o koca kentte, muhabbetlerin karadan yürütüldüğü anlarda bile sorgulanmadı bu yüzden. Biraz fazla azadeydi herkes. Mesela Tophane’de, eşyayı yüklerken kamyonete, “derdin ne?” dedi nakliyatçı birine. Sonra ardını pek dinlemeden iki kerede çalıştırdı emektarı gitti.

Yan masadan bir çay kaşığı kekeletti düşüncemi. “Sen şeyi okudun mu?” dedi. Bu, muhtemelen son esnasıydı aklımın. Diyalog kellesini alacaktı monoloğun. Hem de ne ihtişamla… Birkaç masalın bir arada yer aldığı masal kitabımdaki cellat gibi, önce heybetli bir tur attıracaktı baltaya, balta baltalığını boynumu geçip “küt” sesini çıkarınca kanıtlayacaktı tahtada. Sahi o tahtanın bir ismi var mıydı? O masal kitabında o korkunç celladın ne işi vardı? Cellatlar devlet memuru muydu? Tahtanın ismi neydi? Kesin ismini bilip sürekli kullanan bir ihtiyar vardır. Hep şöyle oluyordur “Cemal de sanki hötöş tahtasındaymış gibi yapıyor canım” “Hötöş tahtası mı?” “Hani üstünde kafa kesiyor ya cellatlar yahu (o kadar bilgiyim ki, bu benim için çok sıradan, sen nasıl bilmezsin, ben bilirsin sanıyordum, hayret, bende daha neler var, vs…)”

-Eee, Flaubert’in kitabı ya.
-Madame Bovary?
-Heh. Evet!
-Cık.
-Neden?
-Fazla gerçekçi. Rahatsız oluyorum okurken.
-Ama şey çok güzel değil mi?
-Okumadım.
-Başlamışsın ama böyle dediğine göre. Başındaydı diyeceğim yer kitabın...
-Sonunu okudum.
-Niye?
-Bilmem.
-Hatırlıyor musun peki sonunu?
-Hatırlasam yaşayamazdım.
-Sen de hiçbir şeyi hatırlamıyorsun okuduğun.
-Hatırlasam yaşayamazdım.
-Aman. Bir cümle bulmuşsun iyi ki.
-Ben bulmadım.
-Kim buldu?
-Bir kitapta yazıyordu.
-Hani hatırlamazdın okuduklarını… Hangi kitapta?
-Bu kitapta.
-Nasıl?
-Bunları yazdığım kitapta işte…
-E tamam o kitabı sen yazmadın mı?
-Ben mi yazdım?
-… Hep böyle misin?
-Cık.
-Sence mutlak doğru diye bir şey var mı?
-Var.
-Nedir mutlak doğru?
-Ölecek…

         “Ölecek olmamız” diyecektim, karşı kaldırımdan; çaprazımdan, hayatımda gördüğüm en yaşlı adam geçiyordu elinde oltayla.

-Ne?
-Yok galiba.
-Bence var.

         Kafasını çevirip yaşlı adamı gördü…


11 Eki 2012

Sınıf'ta


-Kısır Döngü?
-Burada.


Yoklamayı alıyordu. Elindeki kırbacı tehditkârca salladı. Geç kaldığı için hızlı sayıyordu isimleri. Derhal “burada” demeliydiniz. Lakin, ben nerede sırayı kaçırdım bilmiyorum. İsmimi duymadım.

-Yorgun?
-Durgun?

Yoklamayı bitirip sırasına doğru yürümeye başladı. Yanına gittim.

-Beni okudun mu?
-Bilmem.

Başka bir şey soramadım. Öldürecek gibi baktı gözlerime. Güç.

İntihar’ın yanına oturdum. Sonra o kalkıp kapıdan çıktı. Bir daha gelmedi. Muhtemelen kendini harcayacaktı. Hayatın içinde bir yerde.

Öğretmen de gecikti. Kafamı kaldırıp en arka sıraya doğru baktım. Yorgun, yorgundu. Çaprazındaki Efkar bir sigara yaktı. Kibritini akvaryumun içine attı.

-Yapma şunu işte.

Hayal sinirlendi biraz. Galiba kırıldı.

-Ben yarın gelmeyeceğim.

Sınıfın en sessiz, en orta yerine fısıldadı. Kimse umursamadı. Kedimiz Vuslat dışarıdan cama süründü. Gözüm takıldı. Bıyıklarını boyatmıştı.

-Lan bakın boyatmış bu bıyıklarını.

Renk pencereye koştu. Camı açtı.

-İyi olmuş lan. Bakayım.

Cümle bittiğinde boğuldu. Camı fazla açık tuttu. Önceki hafta da bir arkadaşımızı aynı şekilde kaybetmiştik. İlanlar astık her yere. Gören çıkmadı. Gidip Kör’e sorduk, Uzak Sokak’tan geçmiş. Öyle koklamış.

Biri dürttü. Döndüm. Sıradan’mış.

-Dün akşam Tılsımlardaydım oğlum!
-Ödev neydi Sıradan?
-Ne bileyim lan.

Neyse içeri öğretmen girdi.

-Günaydın. Çok sıcak sınıf, önüme bulut geçsin. Susun!

Sustuk.

Neden


Seherin bir laciverdi vardır; benim olduğuna inandığım. O lacivertle aramızdaki aşılamayan mesafeyi tanımlar bu şarkı. Gökkuşağının ötesine benzer, ne denli erken yola çıkarsan çık; geç kalırsın... 

9 Eki 2012

Şarabi


         Tepemizdeki siyah lamba sadece masayı aydınlatıyor. Masa, açık meşe rengi, dikdörtgen ve büyük. Üzerinde örtü yok, Amerikan servisler var. Yerler beyaz, küçük olmayan karelerden oluşuyor. Güzel bir et yemeği yemişiz. Şarabın ikinci şişesi. İlk şişe Yakutmuş, ikincisi Güney Afrika Şarabı. Açarken Göktuğ dalga geçiyor hatta. Bundan sonraki yarım saat Güney Afrika takıntısı olacak. Dibini dolduruyoruz kadehlere. Burcu ve Derya istemiyor. Burcu solumda oturuyor, onun solunda; masanın başında Kutay, Burcu’nun karşısında Derya, benim karşımda Göktuğ. Göktuğların arkasında masayla aynı renk, masadan daha uzun kocaman bir büfe var. Bizim arkamızda tezgah. Sigara yakıyoruz. Burcu ve Derya yine bize katılmıyor (bereket). İlk yudumu aldıktan sonra içim ısınıyor iyiden iyiye. Sol elim Burcu’nun ensesine gidiyor. Küçük küçük dokunuyorum. Sigaramı havaya üflüyorum. Kutay kısa bir espri yapıyor, çok gülüyorum. Gülüyoruz. Bir gün de “şunu” (konser, gezi vs.) yapalım diyoruz. Sözleşiyoruz. Sonra dostlar gidiyor. Vedalaşmışız ama Derya’nın ayakkabısı kapıda nazlanıyor. Göktuğ buna dair birkaç şaka yapıyor. Masayı kabaca topluyoruz. Sevgilimin dudakları şarap kokuyor…


4 Eki 2012

Lady


Topu ayağıma alınca kafamı kaldırmaya çabaladığım, oyunu okumaya başladığım yıllardandır.