28 Ara 2014

Deneme Bir Ki


14 Eki 2014

Fırtına Takvimi

Harcı rutubet kokan
Ve fakat bir ağaç dibidir sığınağım
Güneş çimlerin yelelerini aldatır

Kapıldı rüzgara fırtına takvimi
Gün dönmedi
Prangalı bir sıkıntı
İki buçuk paket refakatçi

Yürüyorum kapatıp gözlerimi
İki kıta sınırı
Ve boşluk
Dolduruyor içimi


-Ben öldürmedim kendimi-

Etraf ile Esna

Etraf
Ben
den
Ben
Ben
den
Gayrı

Açılmışım
Yüzerken
Su yutuyorum
Boşluğunda
Sükût-Sakin
Bir heyecandır
Duyduğum
Deniz kabuğunda

Ne güzel olmalı
Etraf ile Esna el ele tutuşurken
Sonsuz bir ormanda
Onları izlemek
Yaşamak
Öyle olsa
Gerek

Dikiş Makinesi

Vuruyorum koluma dizeleri
Hint kınası
Maalesef söylemeli
Alelade bir kumaştır tenim

Paramparçayım
Belki bundan
Anlayamadım
Mekanizmasını
Hayatın ve dikiş makinasının

Bir pedalı var
Bir tekeri
Kahverengi kayışı
İğnesi

Kollarım kanıyor
Basınca pedalına
Ve kalbim acıyor
Durunca

Vuruyorum koluma dizeleri
Anlayamadım
Haykırıyorum
Bir savaşı kazanmış gibi
Kazananlar da ölüyor halbuki


Ölüyor
Hayat
Ölünce
Ne garip

Sıfır sıfır
Sıfır
Sıfır

2 Eyl 2014

Konyak, Kitap ve Kahve

Tenha bir eylül bahçesinde
Bir bardak konyak, kitap ve kahve
Otururken dalmış kendi kendime,
Güz rüzgârı geçiyor kitabımın içinden
Ot kokan nefesiyle.

Hızla çevirerek sayfalarını
Savuruyor bütün harfleri
Gözlerimin önünde,
Koparıp kimbilir hangi sözlerden
İrili ufaklı belki binlerce.

Telâşla kapatıyorum kapağını kitabın
Bastırıp üstüne elimle.
Bakıyorum herşey yerliyerinde;
Tenha bir eylül bahçesinde
Bir bardak konyak, kitap ve kahve.


-Metin Altıok

31 Tem 2014

Hercahil

Kasvetli, mistik, baklava çoraplı, soba dumanlı dönemlerdi…

Bakırköy/ Osmaniye’deki ev, odam. Legolarla yol yapıyorum küçük arabalara. Halı-serin üstünde yıkılıyor bazı Legolar; beni uğraştıran bu…

İçimde bir enerji velakin bunu fiiliyata dökmek adına bir de üşengeçlik var. Çenem dizimde, arada da yere yatıyorum. Ev sıcak, kış. Hava erken kararmış.

Arkamı dönüp odanın kapısını kolluyorum, içeriden gelen takırtılara göre annem mutfakta yemek yapıyor. Duyamayacağı şekilde giriyorum şarkıya: “Yine gözüm yollarda neredesin / Gündüzüm gece oldu kederdeyim…”

Çelik’in şarkısı. Acayip bir şekilde içimi karartıyor, söylerken bir garip oluyorum fakat söylemekten kendimi alamıyorum. Kuaförün önünde oturmuş, çatal-limonata ikilisini bilmem-kaçıncı kez tüketirken duydum. İçerideki manikürcü kadın pek severek eşlik ediyordu… O sevdiği için mi şarkıdan utanıyorum, yoksa şarkı bana arabesk mi geliyor bilmiyorum.

Üstelik şarkıyı Ahmet Kaya makamından okuyorum. Ahmet Kaya dinlemek pek hayra alamet değil! Üstüne üstlük onu henüz dinlerken bile tüylerim diken diken oluyor ve bu, onu beğenmemden filan kaynaklanmıyor; söyleyiş tarzı bir garip!

Sülalemiz de Ahmet Kaya konusunda ikiye bölünmüş durumda. Amcam dinliyor mesela… Mütemadiyen resmini çizdiğim televizyon dolabının altında kasetleri var. “Dinlemiyorum!” diyen var, oynamak için oturma odasına gittiğimde Ahmet Kaya kaseti görüyorum. İkircikli bir husus velhasıl…

Bu gizli kapaklı mırıldanışın nihayetinde nakarata varıyorum: “Gel yârim ol / Sevdalım ol / Sultanım ol/ Fermanım ol/ Dertlerimin dermanı ol/ Hercahil”

Kuaför dönüşü annemin elini tutmuş, aklıma taze takılmış şarkıyı mırıldanırken de böyle söyledim. “Oğlum hercahil değil hercai” dedi. Hercai’yi beğenmedim. Hercai neydi ki? Her sözcüğünü bir yerlerden duymuş bulunduğum bu şarkının en kritik noktasında bilmediğim bir sözcüğün ne işi vardı? Anlamını sormayı düşünürken sokağın köşesini döndük. Apartmanın karşısındaki pazar yeri inşaatını görünce şarkı aklımdan çıktı. Sülalemiz bu inşaat mevzuunda da ikiye bölünmüştü.

İşte, odamda, tüylerimi diken diken eden şarkıyı, tüylerimi diken diken eden bir yorumla, üstelik “Hercahil” diye söylüyorum. Tüylerim o kadar diken diken oluyor ki, gözlerim yaşarıyor, titreme geliyor. Derhal kalkıyorum. Koridordaki topu önüme katıp bağıra bağıra salona doğru koşuyorum “Uche Uche! Kemalettin, pası Aykut bir çalım Aykut ve GOOOL!” Koltuğa zımbalıyorum plastik topu. Sustuğum an mutfaktaki radyoyu işitiyorum: “Yine gözüm yollarda neredesin…”

1 Haz 2014

Bu Taraf

            Otoparktaki kulübe boştu. Bir müddet bekledik. Kimse gelmedi. “Gidip bir sorayım” dedi babam. Jandarmalardan birine yöneldi. “Birazdan gelecekmiş.” Kimse gelmedi.

Arabadan tekrar çıktı ve tekrar sordu. “Kantine gitmiş herhalde.” Şoför mahalline oturduğu an gözüktü görevli. Gereksiz bir neşe vardı üzerinde ve fosforlu, lacivert bir yelek. “Abi bi çay alalım dedik de…” Elindeki plastik bardağa bakılırsa doğruydu söylediği. “He, biz buranın kuralını bilmediğimiz için!...” Takındı babam yabancı topraklardaki saf ve masumane tavrını.

Bomboş otoparka arabayı bırakıp, demir kapıya yürüdük. Kimlik kontrolü. Yüzüne pasaport uzatınca afalladı jandarma. “Kimliği bulamadım da…” Karşısında duran şeyin bir pasaport olduğu ile bunu açıklayan cümlemi muhtemelen aynı anda idrak etti beyni. “Sabah sabah bu ne gereksiz bürokrasi” tümcesini tek sözcükle tonlayabildi; “Geç.”

            Bir köy okulunun bahçesi gibiydi burası. Alelade, tek katlı bir devlet binası. Merdivenleri çıktık, iki kanatlı cam kapı ardında kadar açıktı, girdik. Rutubet kokusu, yerler gri-mermer. Sağ tarafta dandik, ahşap kaplama olduğuna kendisi dahi inanmayan bir banko. Bankonun üzerinde tavana dek küçük “pimapen” pencereler. Bazı pencerelerin üzerinde, birçok kâğıtlar… Bankonun ardında oturan üç cezaevi memuru. Henüz kafamı diğer taraflara çeviremeden, bir cep telefonu uzattı; saçı aylar önce sarıya boyanmış, cart pembe hırkalı kadın. “Abi şu numarayı çevirir misin?” Pencerelerden birine asılı kâğıdı gösteriyordu. “Tabi.” Tuş kilidiyle açmaya çalıştı. Kilit sembolüne bastırdıkça, telefonun ekranı morarıyor, parmağının rengi açılıyordu. Ben de bu cebelleşme sırasında kilidin “kaydırılarak” açıldığını anladım açıkçası. “Kaydırıcaksınız sanırım.” Numarayı çevirdim ve kadın bahçeye çıktı.

            Sol tarafta da banko-pencere kompozisyonu sürüyordu. Üç ayrı bölüm vardı: Eşya bırakma, kantine para yatırma ve kantin –tek ve ufacık pencere-. Karşılıklı banko-pencere israfından itibaren, yine sol tarafta üç duvarlı bir girinti; bu üç duvar silme küçük-anahtarlı dolap. Girintinin yanında; önünde bir memurun beklediği kapı. Bunların sağında, demin içeri girdiğimiz kapının karşısında koridorumsu bir salon, duvarlara dayanmış sırtsız-aralıksız banklar… Tam karşı duvarda iki tuvalet kapısı…

            Birçok kâğıtları incelemeye koyulduk. Ziyaret günleri, gerekli telefon numaraları, içeri girebilen hısımlar listesi… Listeye göre içeri giremiyordum. Halam çoktan sıra numaramızı almıştı. “Neyse giremezsem amcama söylersiniz, adımı yazdırsın. Haftaya girerim.” “Üç arkadaş” kontenjanından yararlanmayı umuyordum. Babaannem çoktan gidip banklara oturmuştu. Tüm kamusal alanlarda olduğu gibi, laflayabileceği birinin yanına… Sıramızı beklerken yaklaştı babam “Acaba buradakilerin de akrabaları suçlu mudur? Genetik midir?” Şakayla karışık suali galiba bizi kapsamıyordu. “Bilmem… Bazı suçlarda genetik yatkınlık oluyo, seri katillerde mesela.”

            Babam kantine –amcamın harcaması için- para yatırmaya karar verdi, bu sırada bizim sıramız geldi ve halam üç memurlu bankonun ufak penceresine kimliklerimizi uzattı. Babaannem ise yanında oturan kadına bir şeyler anlatıp, gözyaşlarını ıslak mendille siliyordu. Ortada, ortalarında ayaktaydım. Burayı algılamaya çalışıyordum.

            İşini bitiren babamla, isimlerimizi yazdıran halamın yanına dikildik. Memur da pasaportumu beğenmedi. “Ehliyet var?” “Ehliyet ver ehliyet.” “Açık görüş ne zaman acaba?” Araya girdi babam. “Şurda yazıyo!” dedi memur, pencerelerdeki kâğıtlar silsilesini işaret ederek. “Amcan mı?” “Evet.”

“Giremezsin!” diyecek sandım. Başka bir şey sormadı. Retina taraması yaptırmamız gerekiyordu. Kimliklerimizi kaydettikleri sırayla… Bankoya gömülü duran alet ve sandalye. Önce halam oturdu. Tahayyül ettiğim kadar teknolojik değildi. Aletin kamerasına bakıyordunuz, tepesinde “yeşil olması gereken” bir lamba ve aletten gelen komutlar… “Yaklaşın.” Yeşil ışık ve deklanşör sesi.

Halam bu sınavı hemen geçti. Sıra babaannemdeydi. Sandalyeye oturdu, kameraya eğildi, eğildi ve eğildi. “Düşüceksin be!” Tuttu omuzlarından babaannemi, teknoloji ile arasındaki köprü olan halam. Sonra babam ve ben de oturduk. Aslında kimliği verme sırasına göre önce benim oturmam gerekiyordu.

Babaannem geri döndü deminki kadının yanına. Halam ve ben de iliştik. Babaannem dert yanmayı sürdürüyordu. Bizi içeri almalarını bekliyorduk. Yirmi mahkûmun yakınlarını aynı anda alıyorlarmış, ziyaretteki diğer grup çıkınca…

Benim yanıma da bir kadın oturdu. Kadının önüne, genç bir kız dikildi. Halam bu sırada bir şeyler soruyordu bana “Senin ev ne oldu? Sattı mı ev sahibi?” Yanımdakileri dinlemeye çalışıyordum. İlgisiz yanıtlar verip sohbete kulak kesildim. “Benimki Kartal’daydı. Çok kötüydü orası. Dört hafta önce buraya geçti. Şimdi çok memnun. Orası kötüymüş. Sizinki neden girdi?” Ayakta dikilen kız, meğer eşiymiş birinin. Abisini filan içerde sanmıştım. “Bi tane tekel bayiini üç kişi soymuş, benimki de o sırada sigara alıyomuş. Kamera kayıtları var ama… Temyize gitti üç kere davası. Yine gitti işte, bekliyoruz. Sizinki?” diye sordu söylediğine inanmadığım için vicdan azabı duyduğum kadın. “Bilişim suçundan girdi.” dedi ve detay vermedi dikilen. Örtülü bir grup terapisiydi bu bekleyiş, mahkûm yakınları arasında… Fazladan bilgi yoktu, kimse tam olarak birbirini dinlemiyordu. Diyaloglar çarçabuk sona eriyordu.

Eşya bırakma bankosuna kıyafetler bırakan kadına takıldı gözüm. Bembeyaz giyinmiş, simsiyah makyaj yapmıştı. En azından bu rutubetli, devlet kokan müştemilat için pek güzeldi. Neden bu denli süslenmişti? Neden buradaydı sevgilisi yahut eşi?

Biraz daha bekledik. Önünde memur olan kapıdan mahkûm yakınları gelmeye başladı. “Bizi alıcaklar şimdi. Saatinizi, cüzdanınızı filan verin.” Halam ayağa kalktı. Ufak bir poşete doldurduk malvarlığımızı. Bir memur, içeri gireceklerin isimlerini okumaya başladı. Her gruba bir dolap anahtarı verdi. Eşyaları koyduk, dolabı kilitledik ve az önce insanların geldiği kapıdan girdik.

Gereksiz bir boşluk vardı kapının ardında, bu boş salon, binadan çıkılan kapıya açılıyordu. Çıktık. Arkadaki binaya yürüyorduk. İki binanın arasında koca-demir kapılar, çevrede tepesi dikenli tellerle dolu yüksek duvarlar. Boş avludan, arkadaki binaya geçtik.

Bir x-ray cihazı. Ayakkabı-kemer çıkarma faslı. “Aa! Saatimi kolumda unutmuşum.” Böylesi durumlarda, hata yapma görevini benden devralan babam. “Ben dolaba bırakıp geliyim.” dedi halam ve önceki binadaki dolaba doğru koşmaya başladı. Çok kalabalıktı. X-ray’i geçince, sağda retina taramasıyla çalışan bir turnike, x-ray’in devamında ise kadınların üst araması için yapılan paravanlar…

Pek tabi sıraya girilmedi ve retina taraması başladı. Yaşlılar, kadınlar. Araya kaynamaya çalışan bir herife pek kıl oldu memur. Sona bıraktı. Babaannem geçti, sıra bana geldi. Alet gözümü taramadı. “Sen bekle” dedi memur. Herkes geçti. Kıl herif ve ben sona kaldık. Alet, ikimizin de gözünü tanıyamadı. “Siz tekrar nizamiyeye gidin.” Burası, önceki binada gözümüzü tarattığımız yer olmalıydı. “Ben gelicem şimdi.” diye bağırdım turnikenin ardında duran babamlara ve kıl herifle nizamiyeye depar attık.

Pürtelaş her şeyi tekrar yaptım, turnikeyi geçtim. Uzun bir koridor, koridorun sonunda, bankta oturuyordu bizimkiler. “Ne bekliyosunuz?” “Birazdan geliceklermiş, bizimki 9 numaraya gelicekmiş.” Bankın karşısında bir kapı varmış meğer, görüşme içeride…

Bilindik bir kapalı görüş ortamı… On dört adet banko, aralarında duvarlar. Bankonun iki tarafında çakılı iki tabure, arada cam. Biz daha kalabalıktık, diğer yakınlara nazaran. Bizimkiler banktan kalktı, görüşme salonunda duran tek banka oturdular.

Herkes bekliyordu kendi yakınını. Cam. İlk kez o zaman anladım: Amcam camın ardındaydı. Geçemiyordu bu tarafa. Salonda yorucu bir enerji vardı. Herkeste heyecan. “Gelicekler şimdi!!!” Haykırıyordu yanımdaki kadın. Bir yunus gösterisindeydik sanki… Bir okuma bayramında veya… Camın ardı suyla doluydu. Yunuslar gelecekti… Alkışlayacaktık… Hınca hınç… “Bu taraftan gelecekler!!” Sol tarafı gösteriyordu başka biri, birinci bankonun ardını. Geri çekilince; yani bizimkilerin oturduğu banktan görülüyordu bütün camlar. “Önce ben konuşayım.” dedi babam.

“Geliyorlar!!!” Gözüktü amcam. Henüz birinci bankonun ardından görmüştü bizi. Oturdu 9 numaraya. Babam da karşısına. Telefonları aldılar. Halam ve ben de yanına dikildik babamın. El sallaştık gülerek. Bizi gördüğü için mutluydu amcam. “Bu tarafa” geçemediği için mutsuzdu. “Bu taraf” eğdi kafasını amcamın. Fazla duygu… Halamla bana bakamadı bir süre. Babamla konuştukları duyulmuyordu. Salonda bütün gürültüler birbirine karışıyordu. Halam beni çekti kolumdan. “Gel biz uzağa gidelim.” “Neden?” “Belki biz dinlemezsek babana anlatır…”

Babamla bir şeyler konuştular. Soldan sağa kayıyordu amcamın gözleri, hüzünlü bir kör misali. Gözlerim doldu, arkamı dönüp soğuk duvarlara baktım. Bankta oturan babaannemin de gözleri doluydu, yanımda duran halamın da.

Babam kalktı biraz sonra. “Sen otur.” dedim halama. Halam oturdu, yanına dikildim. Tekrar el sallaştık amcamla. Gülerek. Halam telefonu aldı ve seslendi her zamanki gibi amcama “Loş’um.” Duyar duymaz, ablasının en sevdiği eşyasını kırmış gibi baktı halamın gözlerine amcam. Başını önüne eğdi ve ağlamaya başladı. Halam da… Tekrar gözlerim doldu. Uzaklaştım. Fark ettim ki, babamın da gözleri ıslak. Hayatında ilk kez... Döndüm gözlerim kuruyunca. “Ne yapıyorsun? Bir şey lazım mı? Üşüyor musun?” soruyordu halam.

Kalktı. Ben oturdum, telefonu aldım. “Amca!” “N’aber B.?” “İyiyim amca sen?” “İyiyim. Görüyor musun ya? Saçma sapan düştük buraya. Yıllar önce ödenmemiş bir borç vardı… Sen ne yaptın?” “İyi işte… Aynı. Uğraşıyoruz.” “T. N’apıyor?” “İyi o da, sınavları var işte, onlarla uğraşıyo. Oyun oynuyo bütün gün bilgisayar da. Okulu var diye gelmedi.” “He, yok yahu okulu var gelmesin zaten. Gördün mü hakem nası vermedi penaltımızı?” “Sorma ya, sen izleyebiliyor musun maçları?” “Var televizyon, maçları veriyor izliyoruz. Karadayı’yı izliyolar, Medcezir’i izliyolar… Ben de bakıyorum. Onun dışında hep vurdulu-kırdılı şeyler açıyolar.” “Bi şey lazım mı amca? Lazımsa getireyim?” “Yok yok sağol. Eşya getirdi şey…” “Getiririm yahu, araba var bir şey olmaz.” Eğildi öne doğru amcam: “Çok soğuk oluyo B.. İki tane iç donu, iki tane yünlü üst içlik. Bi tane kalın eşofman. Bi tane de böyle kapşonlu üst kalın.” Eliyle kapşonu tasvirinden belliydi çok üşüdüğü. “Yerde yatıyorum. Çok soğuk oluyor gece. Kalorifer de küçücük.” “Tamam amca ben getiririm merak etme.” “Acele etme ama. Haftaya getirirsin.” “Ya yarın getiririm bir şey olmaz.” “Yok yok haftaya gelirken getir, o kadar yolu tepme boşuna.” “Bir şey olmaz amca ya… Arkadaş edindin mi? Neler yapıyosun?” “Edindim, iki-üç tane iyi çocuk var. Onlarla konuşuyoruz. Gazete okuyorum. İşte televizyona bakıyorum arada.” “İyi bari var televizyon filan.” “Var, bizim iki katlı hücre. Alt kat oturma yeri, üst katta yataklar var. Ama 10 kişilik yerde 24 kişi kalıyoruz. Uyuyamıyorum bir de. Gece horlayanlar çok, gündüz de namaz kılanlar vs. oluyor, gürültülü…”

Bir süre sohbet ettik ve vedalaştık. Babam “Dur ben bi şey söyliycem!” deyip aldı telefonu. Babaannem uzaktan, oturduğu banktan bakıyordu hala. Az sonra tek cümle söyleyecekti ve amcam kalkıp gidecekti hışımla…

23 Nis 2014

306

Bir şarkı var
Jaluzilerin, trenlerin, rüzgarın
İçinde
Uzakların

Toz ve toprak ve ahşap gıcırtılar
Sal duruyor karaya
Buna rağmen başım ağrıyor
Bir kahve, sigara
Dallar
Göğsüme batıyor

Bir kaçış
İçimi kundaklıyor

Güneş
İşe yaramıyor
Gölgeler var
Ve rüzgar

Otel kokuyor
Halı-ser
Uçuşan peçeteler
İzleri yok
Sadece kokuyor
Oteller ne kokuyor?

Bütün delilleri siliyor
Yalnız kadınlar
Başka hayatların iştirakçıları

Yol gözükmüyor buradan
Deniz yok
Güneş bana yaramıyor
Hiçbir şey gözükmüyor
Buna rağmen başım ağrıyor
Başaklar yalnızca
Dallar
Kendimi görüyorum
Dikkatli bakınca
Yüzünden
Yalnız kadınların

Bir şarkı var
Gözlerim
Gece oluyor
Doluyor

Yoksa

9 Nis 2014

Zürafa Sokak

            Taksim’de buluştuk, Nevizade’de içiyoruz. Ben de adi bir bulaşık süngeri kadar içebiliyorum en azından o zamanlar… Dört kişiyiz, dandik bir mekanın en üst katındayız. Galiba üç tane biraver götürdük. Hem hızlı gidiyoruz hem hava sıcak. Son biraverde sağlamından serildik.

            Nereden geldi bilmiyorum konu, Cem başladı. “Abi B, bulsana oğlum arasana şeyi, ayarlasın bize gidelim ya.” Bu pezevenk pezevenkliği mesleği, o an üzerime nereden yapıştı bilmiyorum. Önce sabırla “Olmaz” dedim, birazdan ayılır diye. Sonra oturduğumuz masadaki yastıkları tek tek aşağı-boşluğa bir yerlere fırlatan Talha da konuya dahil oldu. “Abi gidelim gidelim…”

            Kurtulamayacaktım. “Tamam lan Zürafa Sokak’a gidelim. Yerini biliyorum.” Aslında yerini tam bilmiyordum da, Ferhan Şensoy’un otobiyografilerinden biri; Kalemimin Sapını Gülle Donattım kitabından kestiriyordum.

            Bunlar konuya odaklanınca tabi kimse içmeye devam etmedi. Hesabı ödeyip kalktık. Galata’ya dek geldik. Belki ayılırlar da akılları başlarına gelir diye, “Bir kahve içelim şurada” dedim. Kulenin yanında bir yere çöktük. Cem yarı ayıldı. Talha hala sarhoş... Anıl zaten baştan beri tedirgin, her zamanki hali…

            Elektrikçilerin filan olduğu sokağa geldik, bir dükkâna girip yeri sordu Cem. “Bilmiyorum” dedi adam. Cem çıkışta yapıştırdı tabi okkalıyı. Başka bir esnaf tarif etti. Başladık dar ara sokaktan aşağı yürümeye. Kapının önüne geldik. Cezaevi kapısı misali demir bir kapı, arkasında polis var, içeri eşya sokmak yasak. Cem’in kafası artık adrenalinden midir, yerine geldi. “Ben girmem” dedi. Ben de girmeyecektim zaten. “İyi" dedim, "Biz bekleyelim. Bunlar girsin biz eşyalarını da alırız hem, emanetçiye bırakmamış oluruz.”

            Talha ve Anıl eşyalarını verdi bize. Telefonları da bizdeydi, bu yüzden çıktıklarında orada olmamız gerekiyordu. Anıl’ın “Abi bunu kaydetmezler dimi içeri girdiğimizi? Sonra rezil oluruz.” Benzeri sonsuz soruları eşliğinde kimlik kontrolü yaptırıp sokağa daldılar. “Bir bakıp” çıkacaklardı, fuhuş edeceklerse çıkıp bize haber vereceklerdi.

            Bekliyorduk. Cem, “Ben girmem abi, şuraya bak” diyordu, her şeyi kendisi başlatmamış gibi. 2-3 dakika sonra çıktılar. Anıl heyecanla nefes-alıp veriyordu. Cem hemen başlattı sağanağı “Nasıl abi? Güzel karılar var mı? Temiz mi?”

            “Oğlum karılar çok çirkin ya, ama bir tane gözüme kestirdim.” Talha idi güvercinimiz. “B. gel lan biz de girelim. Oğlum yapmayız lan bir görelim. Belki öykülerinde, şiirlerinde filan kullanırsın ileride lan, gözlem yap” Cem başladı ısrara. Kısa bir ısrar sürecinin ardından eşyalarımızı bıraktık Talha ve travmanın halen etkisinde olan Anıl’a.

            Kimlik kontrolü. Sokak. Zürafa’nın içeri doğru kıvrılan, açık bir “V” gibi yapısı var, yanlış hatırlamıyorsam. Yani başından bakınca, genelev-ler gözükmüyor. V’nin ortasına gelince başlıyor her şey. Ve ortada, ilk gördüğümüz, jartiyerli, en azından 55 yaşında bir kadın oldu. Dikiş dikiyordu, yakın gözlükleri vardı. Bu dükkân-genelevden sonra, sokağın ortasında, sağda bir büfe vardı sürüyle şey satılan. Onun devamında, devamında dediysem 2-3 metre arkasında, solda ise 2-3 dükkân ya da her neyse daha. Asıl kalabalık olan yer burası idi. Jartiyerli kadın doluydu her yer. Tabi ayık Cem ve ben mülayim, yabani tipler olarak belden yukarıya baktık, hatta doğrudan kafamızı önümüze ve yere çevirdik. Bu utançla yere bakarak, hiçbir açık dükkan olmayan yere, sokağın çıkmazına geldik, bunu fark eden bir kadın laf attı bana “Yere bakma genç, toprak çeker.” Sokağın sonunu fark edip nizami bir şekilde ters yöne döndük. Tekrar önlerinden geçecektik yani. “Gençler gençler…” talibimiz epey vardı. “Grup yapalım mı gençler” dedi biri hatta. “Yok ya, biz onun için gelmedik” diye bir şeyler eveledi Cem. Bunu ileride gülerek anlatacaktı daima “Neye geldik sanki elektrikçi miyiz?!”

            Sokaktan çıktık. “Abi iğrenç ya içerisi” Cem iyice ayılmıştı. “Ben yapıcam lan.” Diyordu Talha lakin parası yoktu. Benden 100 Lira aldı. “Zaten 35 Lira vizite, ben sana en az 50’sini getiririm oğlum. Borç lan, veririm sonra geri kalanı da.”

            Biz tekrar eşyaları aldık ve beklemeye başladık. Yine Anıl ve Talha içeri girdi. Beş dakika sonra içtiğimiz biraların artıkları, vücudumuzdan çıkmak istedi. Tuvalet aşağıda, caddede vardı. Başladık Cem’le yürümeye. Kısacık sokakta dört tane tinerci para istedi, yapıştı, koşar-adım kurtulduk ve Bolulu Hasan Usta’dan 50 kuruşa bir su alıp tuvaletini kullandık. Artık oradan geri dönemezdik çünkü bu sefer kesin soyulurduk. “Ne yapsak, ne yapsak…” “Hemen şu caddeden taksi tutup, üstten taraftan ulaşalım sokağa” demek ki pek de ayılamamıştık. Taksiye bindik, acayip trafik vardı. Birkaç dakika sonra telefonlardan biri çaldı “Neredesiniz amına koyayım ya. Salak mısınız siz? Abi taksiye binmişler ya. Aptal mısınız abi!” Anıl arıyordu, bir esnafın telefonunu kullanarak. Gidip durumu anlattık. Anıl korkunun bindirdiği saçma sözlerine devam ediyordu. Talha ise kalan 65 Lira’nın hepsini bahşiş olarak vermişti. Pezevenk pezevenkliği mesleğimden kurtulamamıştım. 100 Liram bir daha geri gelmedi. 

Aksiyonlu Maksiyonlu

   
        Un Prophete / Peygamber, bu güzel Fransız filmi, cezaevine düşen bir kimsesiz Fransız’ın, “her anlamda” (bu tabiri kullanmayı da hiç sevmem ya..) sıfırdan başlayan hikayesini anlatıyor.

            Kategorize etmek kolay değil. Biraz dram, biraz aksiyon, biraz mafya... Bazen yeni-yetme bir yönetmenin elinden çıkmış gibi amatör ruhlu ve cesur, bir Fransız filminden bekleyeceğiniz kadar sert ve çıplak, bazı kadrajlar Amerikan, birkaç karakter İtalyan…

            Ben sevdim. Yani ilginç bir şekilde kalbimde yer eden filmlerden olmadı belki ama buna çok yaklaştı. Dine, özellikle İslam’a farklı bir açıdan bakıyor ki, yabancı bir bakış değil, “içselleştirmiş” bir bakış. Ayrıca ırk konusunda, hiç de çaktırmadan “Ulan dibe inersek kimse aynı değil=Herkes aynı” düşüncesini güzelce veriyor. Temiz, sade, sert, çıplak ve tılsımlı; Fransız.

            Bu arada Tahar Rahim de, Fransa’da çekilen tüm güzel filmlerde oynayacak galiba.

Filmin Notu: 7.9


            25th Hour / 25. Saat, arşivime henüz girmişti ve aksiyon filmi ihtiyacım sonucu kendisine el attım. Belki de sırf bu yüzden hayal kırıklığı yaşadım. Çünkü kendisi bir aksiyon filmi değil. Edward Norton, ki en sevdiğim 10 aktör/aktris arasındadır; başrolde, bir gün sonra hapse girecek bir adamın son 24 saati anlatılıyor.

            Filmin pek popüler bir monolog sahnesi var. Ancak ben filme bir türlü giremedim. Samimi bulamadım. “Bir The Wolf of Wall Street değil” bu konuda lakin mekan-tempo sıkıntısı var. Öyle ki, bir dış mekan görünce görsel algım/yön algım şaştı. Ayrıca bazı mesajları fazla didaktik geldi. Zaten, Amerikan bağımsız filmlerinin bile büyük kısmının mesajları “Amerikan” ve didaktik. Sıkılmadım belki ama tavsiye etmem.

Filmin Notu: 6.9


            Aksiyonumsu filmlere değinmişken, bir de Göktuğ’nun tavsiye ettiğini söylemiştim; Heli var. Bir Meksika filmi. Oradaki uyuşturucu mafyası, polis yapılanmasını içeriden anlatıyor. Çok küçük ve güzel bir dünyayla beraber, karanlık ve sert dünyaya götürüyor bizi. Meksika’daki Volkswagen fabrikasında çalışan bir gencin başı türlü dertlere giriyor.

            Film aksiyon konusunda gayet doyurucu, harika bir açılış sahnesi ve gaddar birkaç sahnesi mevcut. Sadece karakterlerde biraz sorun var, daha üç boyutlu olabilirlerdi belki. Ayrıca filmi izlerken “Volkswagen fabrikasında çalışmak” kısmını, filmin diğer ögeleriyle karşılaştırmadım, şimdi düşününce araba fabrikasında çalışan adamların bisikletle işe yetişmeye çalışması dışında nasıl bir altyapısı var kafamda canlanmıyor.

            Gayet doyurucu bir film.


Filmin Notu: 7.6

5 Nis 2014

Tupamaro

"O bailan todos, o no baila nadie!"

"Ya herkes dans edecek, ya da hiç kimse!"

Böyle yazıyor Uruguay sol gerilla örgütü ele geçirdiği bir gece kulübünün duvarına.

15 Mar 2014

Vasat ve İyiler


           Usame Bin Ladin’in yakalanışını anlatıyor Zero Dark Thirty. The Help’te pek beğendiğim Jessica Chastain, bu filmde de iyi fakat kadife bileklerinin hünerlerini dökmemiş ortaya. A Hurt Locker’dan milliyetçi olduğunu gayet iyi anladığımız Kathryn Bigelow yönetmiş bu filmi.

            Bigelow’un hangi konuları manipüle ettiğini anlayabilmek için iki Usame belgeseli izledim. Usame tarafındaki her şeyi manipüle etmiş. Buna yakalandığı operasyonun birçok detayı dahil, spoiler vermemek için anlatamıyorum. Lakin bu detaylara değin fikir vermek açısından; A.B.D. ordusunun ilk kez kullandığı bir askeri teçhizat var operasyon sırasında, bunun başına bir şey geliyor filmde, heh, gerçek operasyon sırasında da bir şey gelmiş ancak filmde anlatılandan farklı. Bigelow, A.B.D. ordusunun aptallıklarını böylesi makyajlarla kapatmış. Ayrıca altınız çizmeden geçemeyeceğim, Bin Ladin’in cesedi veya cesedinin fotoğrafı ortalarda yok. Filmde bunun manipüle edilmeye çalışılmasını anlayamadım.

            Bigelow olaya tamamen kendi tarafından bakmış. Karşı tarafın bakış açısına dair hiçbir emare yok. Usame, yüzde yüz kötü bir adam yani. Oysa izlediğim belgesellerden birinde, bir Sudan vatandaşı (sıradan vatandaş diyebiliriz), gördüğü en iyi insan olduğunu anlatıyordu Bin Ladin’in. Her şeyin merkezine “erkeklerin dünyasında ayakta kalan kadın” koyma tercihini komik buldum. Klişe. Bigelow bir Amerikalı’nın “Yabancı”, bir yabancının “Amerikalı” diyeceği kadrajlar kullanıyor. Müthiş oyunları vs. yok fakat kendi tarzı var. Temposu yüksek olmayan filmi götürmeyi ve güzel bir operasyon sahnesi çekmeyi başarmış. Velhasıl, daha evvel araştırmadıysanız Bin Ladin’in yakalanmasını, yine araştırmayın, öyle izleyin filmi. Yoksa her şey fazlasıyla göze batar. Dokümantasyon olarak izlenmesi mümkün değil.

Filmin Notu: 7.1


            The Descendants’ı izleyeli çok oldu açıkçası (Niye yazıyorum madem öyle? Bilemedim). Bir yerde rastlayınca keyif alınacak türden. Hawaii’de geçmesi filmi enteresan kılıyor. George Clooney kadar Shailene Woodley’e de beğendim ve tanışma fırsatı buldum. Filmin konusunu da şöyle anlatayım; George Clooney’nin iki kızı ve bir eşi var. Eşi bir kaza sonucu komaya giriyor. Clooney normalde kızlarıyla pek görüşemiyormuş işten-güçten, onlarla bağ kuruyor ve birkaç düğüm atıyor bu sırada senarist filme. Güzel, ama o küçük dünyayı pek büyütemiyor gözümüzde.

Filmin Notu: 7.4


            The Help’in çok güzel renkleri ve görüntüleri var. Belki “Konusu bu olan filmin bu kadar renkli olması iyi mi?” diye sorgulatabilirdi ama renkler öyle güzel ki aklıma bile gelmedi. Film 60’ların A.B.D.’sinde geçiyor. Başrolümüz, “hep aynı mı oynuyor”; Emma Stone. Stone, filmde bir gazeteci. Zenciler hala tam olarak köle olmaktan kurtulamamış, ikinci sınıf vatandaş durumundalar. Bu duruma katlanamayan Stone, tam da ortalığın karışık olduğu bir dönemde beyazların evlerinde temizlik görevlisi, bebek bakıcısı, aşçı gibi pek çok mesleği aynı anda edinen zenci kadınların anılarını kaleme almak istiyor.

            Filmde oyunculuklar çok iyi. Jessica Chastain ve Octavia Spencer (Oscar almış bu filmle) döktürmüş. En üst sınıf diyemem lakin sınıfın kapısını zorlamış.

Filmin Notu: 7.9


            The Wolf of Wallstreet. Büyük bir heyecanla gitmiştim filme. Bazı yerlerinde çok değişik geçişler kullanmış Scorsese. Gerçek bir hikayeden uyarlama. Taze olduğundan, konusunu anlatsam mı bilemedim. Neyse kısa geçeyim. Di Caprio’yu takım elbiseyle görmekten çok sıkıldığımı fark ettim. Bu yüzden Oscar ödülü almasını istemedim. Hatta Di Caprio gibi bir adamın “Aynı mı oynamış?” diye sorgulattığına şahit oldum. Aynı oynamıyor, fakat belli bir yere dek açılıyor. Filmin çok iddialı sahneleri var, üç saatlik bir karmaşa yahut şölen, bakış açısına göre değişir. Bana fazla “Amerikan Rüyası” geldi, filmin içine hiç giremedim. Filmden evvel Jagten, The Broken Circle Breakdown gibi Avrupa yapımı filmler izlemiştim, bu nedenle epey yavan geldi açıkçası. The Departed benzeri entrikaları daha çok beğeniyorum, filmde mütemadiyen para, uyuşturucu, küfür ve çıplak kadın izlemekten bana gına geldi. Seven de çok sever, bana hitap etmedi.

Filmin Notu: 7.3


            American Hustle, The Fighter ve Silver Linings Playbook gibi sağlam filmler çeken David Owen Russell yönetmen koltuğunda oturması, sağlam oyuncu kadrosu ile kendini epey bekletmişti. Çok sorunlu bir serim-düğüm geçişi var. Bir yerden sonra cılkı çıkıyor. Daha zeki şekilde kısaltılıp geçilebilirmiş. Bir de Russell, “Hem senaryosuyla, hem yönetmenliğimle efsane bir film çekeyim” diye düşünmüş sanki ancak vasatı aşamamış. Yani Tarantino’nun, Scorsese’nin elinden çıkan kült sahnelerin başarısız örnekleri vardı sanki. Üstelik oyunculuklar konusunda da umduğumu bulamadım. Tek “yaratıcı” diyebileceğim sahne, bir gece kulübü sahnesiydi ve Cidade de Deus’tan aparılmıştı. Filmde “sarı-turuncu-kırmızı” olan renk skalası tercihini ayrıca yorucu buldum. Kısaca hayal kırıklığıydı.

Filmin Notu: 6.8


            Son sahnesinde döktüren Tom Hanks hala aklımda, üzerinden birkaç ay geçmesine rağmen. The Wolf of Wallstreet veya American Hustle kadar iddialı bir Oscar adayı değildi. Yine de ben onlardan daha derli toplu buldum. Belki daha az beklentiyle izlediğimden, daha çok beğendim. Gerçek bir hikayenin uyarlaması Captain Phillips. Aksiyon tecrübesine sahip Paul Greengrass, kısıtlı mekana rağmen işin altından kalkmış. Heyecanlandırıyor, merak ettiriyor ve oyunculuklar çok iyi. Afrika açıklarında korsanlarca kaçırılan bir gemiyi anlatıyor.

Filmin Notu: 7.8

11 Mar 2014

Tatil

Telefon çalarken, rahatsız sandalyemde oturmuş, yıldızları izliyordum. “Alo?”
            “Alo. Nabıyon lan?”
            “İyi ne yapıyim oturuyorum öyle boş boş.”
            “He ben de. Ne diycem, Cem diyo ki, Ayvalık’a gidelim bikaç gün. Kafa dağıtırız hem.”
            “Niye Ayvalık lan?”
            “Ne biliyim. Güzel denizi falan. Sonuçlar da açıklanıcak ya, kafa dinleriz. İçeriz, barlara gideriz…”
            “Tamam da niye Ayvalık? Çeşme’ye gidelim. N’apıcaz lan Ayvalık’ta?”
            “Ne biliyim abi Cem öyle diyo işte.”
            “Gidelim de Alaçatı’ya gidelim abi. Nerden çıktı birden tatil?”
            “Ya denize…”
            “Dur Cem’i arayayım ben.”

Cem bekliyordu telefonu. 
            “Alo. N’apıyosun?”
            “İyi abi oturuyorum boş boş. Ne diycem... Bu Talha Ayvalık-Mayvalık diyo.”
            “He gidelim abi ya. Biz yer ayırttık, değişiklik olur. Sınavlar açıklanıcak ya, kafayı dinleriz biraz uzaklaşalım buralardan. Gündüz denize gireriz, gece dışarı çıkarız.”
            “Tamam da niye Ayvalık amına koyiyim?
            “Denizi güzel abi.”
            “Tamam da gece n’apıcaz oğlum Ayvalık’ta bi bok yok. Her sene gidiyoruz biz ailecek.”
            “Vardır abi illa ki vardır ya.”
            “Ya oğlum ben bulurum Alaçatı’da otel, oraya gideriz.”
            “Abi orası pahalı olur ya.”
            “Lan buluruz pansiyon mansiyon.”
            “Biz yer ayırttık zaten. Perşembe çıkıcaz, seni de arayalım dedik. Bi değişiklik olur, rakı içeriz, denize gireriz falan.”
            “Lan oğlum Allah aşkına niye Ayvalık?”
            “Abi güzel Ayvalık ya.”
            “İyi amına koyayım.”
            “Alalım mı sana da otobüs bileti?”
            “Alın.”
            “Sarımsaklı’da kalıcaz. 2 yıldızlı bi otel. Geceliği…”

2 gün sonra sabah, Okmeydanı’nda buluştuk. Otobüs şirketinin yazıhanesinde. Bavullarımız, güneş gözlüklerimiz… Talha yine kaçkın gibi geldiğinden, bütçemizi ilk günden sekteye uğratmıştı. “Neyse ayarlarız bi şekilde.”

Birkaç dakika içinde son sigaralarımızı içmiş, bagajlarımızı otobüse yüklemiş, yola çıkmıştık. Sanırım yedinci kez sordum aynı soruyu, “Niye Ayvalık’a gidiyoruz abi? Çeşme’ye gitseydik.”

Otobüs yazıhaneyi terk edeli beş dakika olmuştu taş çatlasa. Cem’le ben koridor tarafındaydık, Talha yanımda cam kenarında. Cem dirseğini kol dayamaya yaslayıp, bana doğru eğildi 58 yaşında gibi. Cem daima 58 yaşındadır. “B’ciğim. Şimdi bi durum var da. Şeyi hatırlıyo musun… Hani bi kız vardı Melisa diye, bizim okuldaydı eskiden. Sekizinci sınıfta gitti. Topluydu biraz… Onla konuşuyoruz da biz bikaç gündür. Aramız da fena değil. Bunların Ayvalık’ta yazlığı varmış. Oraya çağırdı bizi. Annesi-babası da yokmuş, annanesiyle kalıyomuş. İkimiz gidicektik de, otel masrafını filan bölüşürüz dedik, daha ucuza gelir sen de gelirsen. Hem de tatil yapmış oluruz. Nilüfer vardı ya, o da ordaymış.”
“Senin amına koyiyim Cem. Söylesene baştan. Ne uğraştırıyosun. Ben de diyorum ne işimiz var Ayvalık’ta.”
Talha devreye girdi, “Şşş. Güzel mi lan Nilüfer?”
Gerçeği söylemeliydim, “Oğlum çok çirkin lan.”
“Siktir lan.”
“Vallahi çok çirkin oğlum. Görmen lazım.”
Talha koridora doğru uzattı kafasını, “Cem siktir git lan.”
Cem üç saniye erteledi alarmı, “Oğlum güzelleşti lan o. Sen en son ne zaman gördün onu?”
“Lan o oğlum o güzelleşse n’olur. Amına koyiyim ya.” Hayal kırıklığımı paylaşmak adına Talha’ya çevirdim kafamı. Talha biriyle denizaltında mahsur kalsa ve boğulmak üzere olsalar, karşısındakine gülerken ölür muhtemelen. Attı bir buçuk paketlik kahkahasını, “Tıhıhhıhı.”
Lakin benim bile beklemediğim bir şekilde, hiç bozulmamıştım bu duruma. Cem’i böyle kabul etmiştim zaten. Hatta bu yüzden. Çıkarcılığı komik geliyordu bana. Üstelik 58 yaşında, dul, titiz ve çapkın bir albay emeklisi olan Cem ile 18 yaşında, boş vermiş, evden kaçmış, serseri ruhlu Talha’nın atışmalarını kaçıramazdım. Hep kavga ederlerdi ama iyi anlaşırlardı derinde. Cem belki de dünyanın en çıkarcı adamıydı, Talha ise en rahat…

Akşama gidecektik Melisa’lara. Melisa’yla hayatımda hiç diyalog kurmuşluğum yoktu. Yıllarca aynı sınıfta olduğum Nilüfer ise mahkeme duvarı suratlı biriydi. Sarımsaklı’ya indiğimizde akşam üzeriydi. Bir taksiye atlayıp otele vardık. Sıradan bir apartmandan tek farkı sevimsizliğiydi. Mecburen “lobi” diye tanımlayacağım yere girdik. Ahşap ufak bir resepsiyon vardı. Oraya bavullarımızla yürürken (ki bu dört adım sürdü), üçüncü adımda sağ tarafımızdaki havuzu fark ettik. Cem daldı lafa, “Otelin internet sitesinde yarı olimpik yazıyodu havuz. Üç kulaç lan. Şey yazıyo bi de, “Otelimiz iki yıldızlı ama düşünce gücümüz beş yıldızlı.””
Neyse ki havuzda birileri vardı. Dolandırılmamıştık en nihayetinde. Talha resepsiyon bankosundaki zille uzun soluklu bir solo atıyordu ki, bankonun ardındaki kapıdan ağır ağır ayak sesleri duyuldu. Birkaç yıldır orada unutulmuş, aksak bir adam geldi, “Buyrun gençler. Siz rezervasyon yaptıranlarsınız herhalde.”
Asansör muhtemelen biz çağırdıktan sonra imal edildi. Kapısını açtı aksak adam. “Sığar mıyız abi bavullar da var?”
“Sığarız sığarız gelin.”
Üç kişilik asansöre kıpırdamamak pahasına yerleştik. “Odanız üçüncü katta gençler, arkaya bakıyor ama... Öğrenci misiniz?”
Atladı 58 yaşındaki basın sözcümüz, “Evet abi” derken durdu asansör. Işıkları gitti.
Talha gördü Cem’in jeneratörü görevini, “Hassiktir.”
Uzun bir es. Işıklar açıldı, “Korktunuz mu gençler?”
“Valla korktuk abi” dedi basın sözcümüz.
Kata geldiğimizde Talha’yla gülüyorduk arkadan yürürken. Patlamamaya çalışıyorduk.
Odanın kapısını açtı aksak adam. Kesif bir sigara kokusu vardı. “Havalandırmamışlar mı burayı yahu? Burası balkon gençler. Bu da klimanız. Burası tuvalet. Bir isteğiniz var mı?”

Adam kapıyı kapatıp gittiğinde patladık tabi, “Abi hassiktir ya. Korktunuz mu diyo bi de. Korkucaz tabi amına koyıyim” dedi Cem elinde sigarayla yatağa atladıktan sonra. Köşesinde balkon olan, balkonun bir yanında iki, bir yanında tek yatak olan ufak bir odaydı. Halı-serin üstünde çekirdek kabukları duruyordu. İki yatağın tepesindeki klima, diğer tarafa vuramadığı için Cem orayı seçti hemen, “Beyler klima çarpıyo beni.”
Talha kendini yatağa atmış, sigarasını tellendiriyordu. “Oğlum ne boktan bi otel lan burası.”
Şifonyerin başında, laptop’umu internete bağlamaya uğraşıyordum, “Oğlum n’apıyosun lan?”
Talha başucundaki çekmeceyi açmış, külleri içine atıyordu. “Oğlum bok götürüyo zaten ne fark eder?”
Albaya göre dünyanın değişmez binlerce kuralı vardı. O kurallara uymayanları sevmezdi. Hele kendisi uyuyorsa, “Oğlum Talha sikiyim seni lan. Mal mısın oraya atılır mı kül? Ben baban olsam her gün döverim seni.”

Birkaç dakika sonra sahile doğru yola koyulduk. Sarımsaklı’da plaja en uzak oteldi bizimki. Bakkaldan sigara aldık. Albay şikayetçiydi, “Abi gidelim düzgün bi otel bulalım. Bugün orda kalırız, yarın çıkarız. Başka yere gidicez filan deriz adama. Çok pis lan orası.” Böylece basın sözcümüz önderliğinde fiyat araştırmalarına başladık.  Kumsaldaki oteller pahalıydı. Sonunda, kumsala 30 metre kadar uzaklıkta, beş kulaçlık havuzu olan, dört yıldızlı bir otelle anlaştık makul bir fiyata.


Güneş batmıştı çöplüğümüze döndüğümüzde. Güzel kıyafetlerimizi giydik, Melisalar ile buluşacaktık. Menzile yürüyorduk albayımızla. Ağzında sigarası, üzerinde 53 yaşında aldığı gömleğiyle yürüyordu önümüzde. Kararlıydı. Göründüler, ufukta.

“Naber Melisa?”
“Geldiniz sonunda ya.”
Nilüfer ömrü boyunca hiç sormadığı o soruyu sordu bana,
“Naber B?”
“İyiyim sen nasılsın Nilüfer?”
Albay dümeni devraldı, “Bu B, Melisa.”
“Biliyorum canım. Naber?”
Melisa aynıydı, Nilüfer aynıydı. Devam etti albay, “Bu da işte o bahsettiğim Talha.”
“Memnun oldum” sıktı Talha Melisa’nın elini. “Memnun oldum” Nilüfer’e tonladı bu iki sözcükle bütün gayesini.
Nilüfer gene takındı tüm yapmacıklığı “Merhaba.” Yüzünde o salak gülümseme vardı.
Böylesi anlardaki gereksiz dikilmeyi yaşamadık Melisa sayesinde, “Hadi gidelim bize.” Biz Talha’yla arkadaydık, onlar önde. Melisa bir şeyler saçmalıyordu, “Biz de biraz yürüyelim dedik filan. Çıkmıştık…”
Talha bana döndü ve elbette umursamadı duyulmasını, “Oğlum hassiktir çok çirkin ya.
Neyse sikerim ben bunu. Bana ne.”
           
            Kısa bir yürüyüşten sonra, eski, geniş ve güzel apartmanlarına girdik. Evin kapısını Melisa’nın anneannesi açtı. Çok sıcak karşıladı bizi. Kendisi çağırmıştı sanki, “E burada kalsaydınız oğlum.” Basın sözcümüz yanıtlıyordu genelde bizim yerimize. Evin balkonuna çıktık. En güzel yeriydi Sarımsaklı’nın. Neredeyse denize sıfırdı ev. Balkon da genişti epey. Kurulduk masaya.
            “Ee? Siz n’aptınız?” dedi Melisa, manzarayı bölmek ister gibi. Anneanne içeriden ikramlar getiriyordu. Bir yandan bize sualleri vardı. Medeni, sıcakkanlı, hoş-sohbet biriydi.
            Cem ve Melisa’nın iteklemelerine rağmen muhabbet on dakika kadar sürdü. Ardından boş bakışmalar, denize dönmeler, üç-dört cümle süren anekdotlar. Uzun bir es tekrar… Jeneratörümüz girdi topa, “Muhabbet de bayağı iyiymiş he!”
            Nilüfer, Melisa’ya bizi ayıplayan bakışlarını attı derhal. Melisa iskambil getirdi içeriden. Ortak bir oyun bulunamadı. Talha’yla muhabbet ediyorduk. Cem’le Melisa parçalı-bulutlu. Talha bir kart numarası yapmaya karar verdi. Desteyi açıp dik tuttu. Kendisi görebiliyordu kartları. Uzattı Nilüfer’e, “Bir kart çek.”
            Nilüfer çekti kartı.
            “Bak karta.” Nilüfer çevirip baktı.
            “Şimdi koy desteye.” Koydu.
            Aradan bir saniye dahi geçmemişti, Talha çekti Nilüfer’in kartını. “Bu muydu?”
            Nilüfer, kimliğini açıkça ele veren tepkisini gösterdi olmayan kart numarasına, “Iyhhh!”
            Dönüp bön bön baktı Melisa’ya. Melisa gülmeye çalıştı. Çok güldük Talha’yla. Beş dakika. Her şeyin boka sardığını idrak eden Cem de katıldı bize son dakikada. İyice sessizleşti masa, haliyle. Nilüfer cılız bir atak yaptı gol umuduyla. "Nutella..." diye başladı, bir şeyler geveledi. Nilüfer'i çirkin bulan Talha, kel-alaka bir cümleyle skoru belirledi, "Abi biz yemek için bulamıyoruz millet nerelerine sürüyo!"  
            Anneanne geldi durumu kurtarmaya. Başladılar Cem’le muhabbete. Sıkılan Talha da dahil oldu diyaloğa. Amaçları her ne idiyse ulaşamayan Melisa ve Nilüfer gidip salonda oturdu. Biz anneanneyle muhabbet ettik. Hiç es olmadı ancak durum garipti. Albay karar aldı, “Biz kalkalım artık.”

Vedalaşıp kalktık. Apartmandan çıkınca bir on dakika daha güldük Talha’nın kart numarasına, “Resmen iğrendi kız benden amına koyıyim. Yalnız beyler, ananeyi tavladım he.”
Sahil şeridinde yürüdük. Bir gece kulübüne rastladık. Damsız alınmadık. Talha girmekte istekliydi, “Ya Cem çağır şunları bizi içeri soksunlar sonra siktirip gitsinler.”
Damsız alındığımız tek yer, bir otelin terasıydı. Terasa, otelin içinden, yine alınamadığımız yerden canlı müzik geliyordu. Üçer dörder bira içtik,  yirmi-otuz midye açtırdık. Bizim midyeye fazlaca kaptırdığımızı gören albayın sinirleri bozuldu. Kendisinin müdahil olamadığı eğlencelerden nefret ederdi, “Oğlum mideniz bozulur lan. Bozuktur bunlar bak.”
Çakırkeyif dönüyorduk otele. “Yalnız ananeyi tavladım beyler.”
“Cem lan” dedim, “Bunlar bi daha buluşucak mı bizimle?”
“Buluşucaz lan tabi yarın.”
Talha su kaçırıyordu, “Yalnız beyler, Nilüfer’in bacaklar iyiymiş he. Ama suratı çok çirkin amına koyıyim. Kese kağıdı geçirmem lazım.”

Odamız çok sıcaktı. Talha ve ben donlarımızla girdik klimanın altındaki yataklarımıza. Yataklarda saç ve kıl örnekleri vardı. Birer sigara yaktık. Talha kül tablası yerine başucunun çekmecesini kullanmayı sürdürüyordu aramızdaki. Cem klimanın kumandasını almıştı. Yatmaya hazır duruma geldi. Keten şortu, kareli gömleğiyle, yorganın üzerine yattı kalıp gibi.
“Oğlum yatağa girsene lan.”
“Oğlum çok pis lan. Girilir mi o yatağa?”
“Pişicen lan. Çıkarsana üstündekileri. Gömlekle yatılır mı?”  
Ben bunu söylerken, Talha bir buçuk paket gülüyordu yanımda. Daldı lafa, “Mal mısın lan çıkarsana üstünü hava kırk derece amına koyıyim.”
Cem yine müdahil olamadı eğlenceye, “Oğlum siz salak mısınız donla yatılır mı asıl? Biri giricek, görücek.” dedi kapıyı göstererek. Buna yarım saat gülmüşüzdür. Cem de katıldı bize, saçmaladığını fark ederek. Cem’in klimayı açıp-kapamaları, bizden evvel uyuması, kahkahalarımız, Cem’in horlamaları arasında uyumuşuz.


Anlatırım devamını…

10 Mar 2014

Travmay

            Gri bir koltuk takımı ve halı-ser vardı Bakırköy’deki oturma odamızda. Salondaki oymalı, korkunç koltuklardan farklı olarak, buradaki koltuklar rahattı. Genelde oturma odasında otururduk annemle. Koltuklar, kütüphaneli; koca bir televizyon dolabının içindeki 63 ekran Sony televizyona bakıyordu. Sehpalar ben yürümeye başladıktan sonra gitmişti evden. Hareketliydim. Salondaki yemek masamız da bu sebepten yuvarlaktı.

            Ne üzerinde rahatça koşabileceğim köşeli koltuk takımları vardı başka evlerde, ne de kumandasını o denli beğendiğim televizyonlar… Hayatın en sıcak odasıydı oturma odası. Annem yemek yaparken haberleri orada izlerdim, dergilere orada bakardım, oyunlarımı genelde orada oynardım, annem yemek yapmadan evvel Yalan Rüzgârı’nı yine orada seyrederdik.

            Ve o televizyonda, Yalan Rüzgârı’nda merdivenden düşüp çocuğunu düşüren kadına aklım ermedi, jenerik boyunca gözleri kapalı iken birden açan adamdan çok korktum, Fenerbahçe’nin şampiyonluğunu gördüm, Engin Civan’ın haberlerini takip ettim, Coşkun Aral’ın iç-savaş içerikli programlarını izlememe izin vermedi babam.

            Pazar günüydü. Annem ve babam oturma odasındaydı. Ben neden yanlarında değildim anımsamıyorum. Bağırmaya başladılar. Sesler gittikçe yükseldi. Çakılmış duruyordum. Birbirlerine bağırıp, “öyle şeyler” söylemelerini algılayamıyordu beynim. Bağrışmalar arttı, odanın içinde hareket ettiklerini anlıyordum. Birden pat-küt sesler gelmeye başladı. Gürültü kesildi. Annem ağlıyordu. Babamın sesi bir acayipti.

            Sanırım sonra annem odalarına gitti, babam salona. Babam “Korktun mu?” diye sordu. Ya da bu başka zamandı, bilmiyorum. Oturma odasına gittiğimde, 63 ekran Sony’mizin kumandası koltukta yatıyordu ceset misali. Yani, en büyük parçası… Her yana dağılmıştı. Pilleri-önü-arkası. Yalnız kan eksikti. Annem babama vurmuştu kumandayla. Bunu onlar mı söyledi, ben mi çıkardım hatırlamıyorum. Babam hiç vurmadı anneme şimdiye dek. Dili giyotin gibidir zaten.

            Ertesi gün babaannem beni almaya geldi. Kumandanın parçaları bir torbaya konmuştu ceset misali. Minibüse bindik. Kumandayı gömmeye mi gidiyorduk, yoksa otopsi için adli tıbba mı; soramıyordum. Uzun bir yolculuk ve biraz yürüyüşten sonra, çarşı ve iş hanı kavramlarını menemen yapan bir binaya geldik. İçerisi de bir garipti. Birkaç dükkan, ortada gereksiz büyük bir boşluk. Aksiyon filmlerindeki çatışma sahneleri için epey uygundu. Dükkanlardan birine girdik. Babaannem cesedi çantasından çıkardı. “Aynısı yok.” dedi adam “Bundan var. Bu hepsine uyar.” Aynısı nasıl olabilirdi ki zaten?

            “Tramvayla dönelim mi?” “Olur.” Çirkin kumandamızla öncekinden çok yürüyerek vardık istasyona. Hiç tramvaya binmemiştim hayatımda. Az sonra geldi, kapıları açıldı. Ters oturdum. Dümdüz gidiyordu, sarsılmıyordu. Kayıyordu sanki. Araba gibi değildi. Güneş tepemizdeydi. Tünellere girince serinliyordum.

28 Şub 2014

Balina

            Öyleyim yine. Tezer var, Kaan var, Nilgün var, Zafer var. Gerisini göresim yok. “Merhaba-merhaba”. Oğuz var, onu arada bir görmek daha iyi.

            Yazmak kusmak gibi. Tutsaklık var, özgürlük ve kaçmak.  Galiba hep bunlardan bahsediyorum. Çünkü o kadar da zor değil özgür olmak. Bir sözcüğe bakıyor daima. Kısa sözcükler. Dağarcığa çabuk yerleşen sözcükler. O sözcükleri köpeğim dahi biliyor. “Gel”, “Dur”.

            Pavese var, Plath var.

            Ben bu filmi izlemiştim. Üstelik beğenmemiştim. Kanalı değiştirebiliyor muyum? Filmi kapatabiliyor muyum? Tüketmekle alakası var mı bunun? Sanmıyorum. Balinalara sordum.

            Aslında balinalar intihar etmiyormuş, yön duyguları yitiyormuş. Öyle diyor bilim insanları. İntihar etmek bu.

            Bir yere kapatmışlar beni. Duvarı yumrukluyorum. Çay kaşığıyla oyuyorum. Kar etmiyor. Çakmak çakıyorum. İs kaplıyor. Çöküyorum dibine duvarın. Ağlıyorum. Benim için yazmak bu, yaşamak bu.

            Bir makinayım. Solunum cihazı… İzliyorum bitkisel hayattaki beni. Konuşmuyorum onunla. Beni duyduğuna inanmıyorum. Eli çok soğuk. Tutamıyorum.

            Belki yıllar geçer aradan. Biri sorar, “Yahu sen neden yaşayamadın?” Ne derim bilmiyorum. Kaçırırım gözlerimi. Kalkıp gitmek isterim. Dönemem, ben böyleyim.

            Ufak bir kasaba düşledim hep. İçinden geçen nehre saatlerce baktığım köprülerinden. Kağıt oynarken, batan güneşten kaçamadığım. Havası “bisikletlik” mütemadiyen. Top sahasında kimsenin olmadığı… Bulamam orayı. Bulamam. Yitirdim yön duygularımı.

9 Şub 2014

Daha

                Şanslıysak, haftada iki gün yaşayabilen insanlarız. Fazlasıyla hazin bu. Başka bir kurulu bir düzende, başka bir gezegende yazılmış bir distopyanın abartılı bir detayı.

Bizim yazdığımız distopyaların içinde, bize gülen insanlar var. Biz de onlara gülüyoruz.

Hayvanların çoğu gülebiliyor. Geçen gün aklıma geldi bu... Hayvanların çoğu ağlayabiliyor (Galiba büyük ölçüde memelileri kastediyorum). Bir güdü mü bu? Sonradan mı öğreniliyor? Zavallılığına gülebilen hayvan var mı insandan başka? Gülmek yalnızca komik durumlara ve mutluluğa mahsussa biz neye gülebiliyoruz? Nasıl?

En kötüsü de distopyalara gülebilmek herhalde. Bu haldeyken… Bunu düşündüm. Hayvan Çiftliği’ne çok gülmüştüm ben okurken.

İnsan bir sosyal hayvandır. Felsefenin kuruluşundan beri var olan suallerdendir: “İnsan sosyal bir varlık (sürü hayvanı) olduğu için mi toplumda yaşar? Yoksa çeşitli zorunluluklar (güvenlik vs.) mı insanı toplumsal yaşama itmiştir?”

İnsanın bizzat, aktif olarak yer alması gereken bir düzen içindeyiz. İnsan durduğunda yıkılacak bir düzen… Lakin kayda değmez bir azınlık dursa da, diğerleri durmuyor. Durabilmek, şansa yahut oyunun bölümlerini diğerlerinden önce bitirmeye yahut oyunun hilesini bulmaya bağlı; yani şansa… En azından kayda değer bir azınlık durmuyorsa, yapması gereken öz-sorguyu korkaklığından ötürü sistemi icra ederken yapıyorsa insan; bir sürü hayvanıdır. Üstelik sonsuz bir koşu bu, hamster misali. Çünkü hep daha iyisi var; ulaşılamayan bir nokta.

Kişiselliği, daha iyiyi ve umudu doruk noktasına koyan bir sürü sistemi bu. Daha iyisi İskandinavya’da, daha kişiseli ABD’de, daha umutlusu ABD’de. İçindeki, dışındaki herkese dokunabildiği için, tüm gezegeni ortak paydada buluşturan zavallı bir sözcüğü var bir de bu sistemin: Daha.

Belki de “daha”, yalnızca bir güdüdür. Nasıl ki develer fazla su depolar hörgüçlerine, su bulamazlar diye. Belki de cüssesine göre güçsüz olduğu için övünüyordur insan kendisiyle. Kendisini güçlü görebilmek için… İnsanlığın daima iyiye gittiği, geliştiği de bunun safsatasıdır. İki “kıçı kırık” teknolojiyle “uygarlaşan” insan bu yüzdendir…

“Onlar hala x mi ya?” diye küçümsenen ütopya Küba da değil bahsettiğim. Ortalama insan ömrünün en uzun olduğu ülkelerden biri Küba. En sağlıklı ülkelerden… O da şu durumda distopyanın ufak bir parçası yalnızca (Komünist bir “ülke”nin var olmayacağını anlatmaya çalışmak da zor şeydir).

Ömrü uzatabilmek, ölümü ertelemenin bir manası olabilir, içinde “daha” olmayan bir sistemde. İnsanlığın, uygarlığın “daha” iyiye ulaşabilmesi, sistemden “daha” sözcüğünün kalkmasına bağlıdır. Ayrıca halihazırda, sistemde, insan eğer “ilkel” yaşamıyorsa, kişiselleştikçe toplumsallaşır. Çünkü kişiselliğiyle topluma mal olmakta, yani ne denli sistem dışı olursa olsun, kişiselliği sistem tarafından emilmektedir.

Bunun sonucunda, biraz soyut birkaç soru çıkagelmektedir: İnsan paradoksal mıdır, diyalektiksel mi? Yoksa bu sistemin oluşumu bir tesadüf müdür? Tesadüf nedir?

Bir de tanrının varlığını kanıtlamaya çalışanlar teologlar var, “bakın insanın var olması x milyarda birlik bir tesadüfe bağlıdır” diyerek, insanın tesadüfen var olabileceğini söyleyerek tanrı teorisini yerle bir eden, onlara da değinirim belki bir ara, yazıdan bağımsız olarak aklıma geldi…


Aslında güzel bir Pazar günümü anlatacaktım, konu saptı. Anlatırım sonra…